T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (KENT VE ÇEVRE BİLİMLERİ) ANA BİLİM DALI DOKTORA PROGRAMI BELEDİYE HİZMETLERİNİN ÇEVRE ETİĞİ YAKLAŞIMI ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ (Ankara Büyükşehir ve Çankaya İlçe Belediyeleri Örneği) Doktora Tezi A. SERAP FIRAT 2005 - ANKARA. GİRİŞ Toplumsal yaşamın neredeyse her alanında görünür duruma gelen hızlı değişim ve dönüşümlerle simgelenen günümüzde, yeni dönemle birlikte birçok alanda “etik” yaklaşımın öne çıktığı bir söylemler alanı oluşmuştur. Sorunlarla karşılaşılan hemen her alanda, sorunları altetmenin etik bir bakış açısı gerektirdiği yorumları yapılmaktadır. Yukarıda değinilen yaygın yaklaşıma en uygun örneklerden biri olmak üzere, çevresel sorunlar karşısında gündemimize giren “çevre etiği” kavramı da etik yaklaşım bağlamının kurulacağı zemin bakımından sorunlu bir alanı işaret etmektedir. Çünkü ekonomik alanda “liberal”, kültürel alanda ise “postmodern” kavramları ile tanımlanan bir dönüşüm, “etik” bir çerçeveyi hem dayatmakta, hem de ona bu kavramla bir makyaj/maske gereksinimi yaratmaktadır. Konuya böyle bakıldığında, “çevre etiği” yaklaşımının da ne kadar modaya uyum potansiyeli içerdiği, ne kadar gerçek ve kaçınılmaz bir yönelim olduğunun sorgulanması önemli görünmektedir. Bu alanda görüş geliştirebilmek için öncelikle daha ilksel bir basamak olarak “ahlak” kavramına atıf yapmak gerekmektedir. Günlük konuşmalarda sıklıkla birbirinin yerine kullanılan bu kavramların konuları ortak olmakla birlikte, felsefede farklı yan anlamları vardır. Söylem dünyamızın en önemli işgalcisi olan “değişim”in etkilediği bir önemli alan da yerel yönetim anlayışında yaşanan dönüşümdür. 19 ve 20. yüzyılların uluslaşma trendi, çeşitli argümanlarla günümüzde değişmekte ve bir yeni yerel anlamlandırmaya yönelmektedir. Üstelik ilk bakışta çelişik gibi görünen bu yönelimin bir yönü küresel ağlar nedeniyle zayıflayan ulusal bağlara işaret etmekte, diğer yönü ise “kimlik” sorunları ve “etkin tikellik” çerçevesinde yerel vurgunun baskın duruma geleceğini öngörmektedir. Özetle günümüzde “yerel” bir yönetim, ölçekler, sistemler, artan talepler, yüksek teknolojiler, bağımlılıklar gibi son derece girift bir ilişki alanında kuruludur. Bu alandaki karmaşa sadece ağların çapraz bağlanışında değil, aynı zamanda çelişkili doğasında da bulunmaktadır. Yani sorun çözücü işlev taşıyan her gelişme bir başka riskli yapılanmayı davet ediyor olabilir. Ekonomik ve sosyal ilişkilerde yönetimde, birbirleri ile çelişir görünen bu çok yönlü gelişme süreci, insanlar arası, toplumlar arası, yönetimler ve yerel yönetimler arası ilişkilerde tayin edici olacaktır. Bir yandan kentsel mekan “yönetilemez” boyutlara ulaşmakta, öte yandan büyüyen boyutlar daha “etkin” yönetim gereksinimini su yüzüne çıkarmaktadır. Bir yandan yönetilen-yönetici ilişkisinde fizik mekan aralığı artmakta, öte yandan “yönetişim” dinamikleri geliştirilmeye çalışılmaktadır; Bir yandan bütün insanlık aynı yer kürede yaşamaktan dolayı, küresel olarak aynı kaderi paylaşmakta, öte yandan bu ortaklığın aynılaştırıcı doğası, ayrılıkçı akımları güçlendirmektedir. “Yerel kimlik” tartışmaları ise “yerel” yönetim alanının doğal evreninde bulunmaktadır. Bir yandan gel birlikte, her birey, her topluluk, bulunduğu yörede bu küresel ortak yaşamın gereğini yerine getirmek için çok yönlü bir ilişki içinde olacaktır. Dolayısıyla “yerel yönetim anlayışındaki değişim” de çok boyutlu ve çok kapsamlı bir içerikle tartışılmalıdır. Kamu yaşamıyla özel yaşamın birbirinden ayrılmasının bir yanılsamadan başka bir şey olmaması nedeniyle; önce dinsel Özne’nin, sonra da siyasal Özne’nin boşalttığı alanı kişisel Özne’yle doldurabileceğimiz düşünüldüğünden ve bu özne aynı zamanda “yönetici özne” olarak da işlev göreceğinden elinde yalnızca “etik” kalmaktadır. Çünkü hukuk da eski anlamını yitirmekte ve sorunların gerektirdiği çok boyutlu bakış açısı, hukukun kalıplarına sığmamaktadır. Kamu yönetiminde yer alan tüm görevliler gibi belediyelerde görev yapan personelin de belli bir “hizmet” etiği davranışı geliştirmesi gerekir. Ancak sorun sadece “kamu personeli” boyutları ile kalmamaktadır. Çünkü belediye yönetimi aynı zamanda “seçilmiş” görevlileri ile de özgün bir yapılanmadır. Bu yapıya yüklenen olumsallık da bu seçilmişliği vurgulayan, “daha demokratik olma” iddiasında belirginleşir. Ancak bu beklentinin tam tersine sonuçlandığını gösteren zengin kötü örnekli uygulamalar, tekrar “kamu yararına çalışacak personel” amacına yönelmeyi gerekli kılar. Dolayısıyla tezin temel sorunsallarından biri olarak incelenen “yerel yönetim” anlayışının değişimi, çok doğrudan bir şekilde “hizmet” anlayışında farklılık yaratmış; bu durum da hemen tüm hizmet alanları “çevre” ile ilişkili olan belediye politikalarıyla uygulama alanına girmiştir. 1. TEZİN ADI Belediye Hizmetlerinin Çevre Etiği Yaklaşımı Çerçevesinde Değerlendirilmesi (Ankara Büyükşehir ve Çankaya İlçe Belediyeleri Örneği)’dir. 2. TEZİN KONUSU Tezin konusu, yerel gereksinimler bakımından halka sunulan temel belediye hizmetlerinin, sunuluş biçiminden, sonuçlarına kadar çevresel boyutlarına işaret etmek ve Ankara Büyükşehir ve Çankaya İlçe Belediyeleri örnekleri üzerinden bu sonuçların çevre etiği yaklaşımı çerçevesinde değerlendirmektir. 3. TEZİN AMACI Bu çalışma öncelikle, çevresel sorun ve çözümlerle ilgili alanda yükselen bir akım olan çevre etiği yaklaşımlarını irdelemek, öte yandan yönetim sistematiği olarak öne çıkan yerel yönetimlerin hizmetlerinin hemen tümünün çevresel içeriği olduğunu vurgulayarak, bu yönetimlerin karar süreçlerinde çevre etiği yöneliminin dikkate alınması gerektiğini önermek amacıyla kaleme alınmıştır. Ancak bu önerinin ardılını oluşturan “etik” alanın oldukça karmaşık bir alan olduğu da açıklıkla sergilenmeye çalışılmaktadır. 4. TEZİN ÖNEMİ Bir yandan birlikte yaşamanın hemen tüm koşullarını sunan yerel hizmetlerin artarak çeşitlendiği, öte yandan yasal zeminin bu gelişime uygun olarak düzenlenmesinin yoğun tartışmalar getirdiği günümüzde, hizmetlerin ele alınması sürecinde çevrenin de gözetilmesine dikkat çekmek büyük önem taşımaktadır. “Etik” sosyal bilimlerin birçok dalında uzunca bir süredir yeniden gündeme gelen bir kavram. Ancak gerek kavramın ilişkili olduğu değerler dünyasının genişliği, gerekse aynı değerler alanının hızlı bir değişim ve dönüşüm içinde olduğunun gözlenmesi birçok unsuru irdelemeyi gerektirmektedir. Tez, günümüzde yükselen diğer iki önemli alan olan yerel yönetim ve çevre anlayışlarının, içeriğinde yer alan bazı kavram kargaşalarına ve kimi tartışmalı boyutlarına işaret etmeyi amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşılabilirliğin sağlayacağı sağlıklı bir zemin üzerine, yerel bir çevresel anlayış ve politikanın kurgulanması olanaklı olabilir. Bir başkent ve büyükşehir olma sıfat ve yükünü taşıyan Ankara’nın, yerel yönetiminin önemli bir ayağını oluşturan Büyükşehir Belediyesi çalışmaları, bu açıdan yeterli ve temsil yeteneğine sahip bir örnektir. İlçeleriyle bir bütün oluşturan bu yapının ve düşünsel boyutunun analizi de hizmetlerin içerik ve sonuçlarının irdelenmesi sürecinde değerlendirilebilecek önemli bir yan sorun durumundadır. 5. TEZİN YÖNTEMİ 5.1. Kavramsal Çerçeve: Tez; çevre sorunlarında ulaşılan noktanın, tüm dünya üzerinde ekonomik, kültürel ve siyasal bir görüş değişimini gerektirdiği; bunun da bütüncül bir bakış açısıyla oluşturulması ve evrensel ilkelere dayanacak bir “etik” yaklaşım olduğu savını önermekte ve desteklemektedir. Ancak bu anlayışın kavramsallaştırılmasında sorunlar yaşanacağını ileri sürmekte ve bu yönüyle de sorunun betimlenmesi aşamasında düşülebilecek söylem tuzaklarına işaret etmeyi amaçlamaktadır. Çevre sorunları ile yerel yönetimler arasında kurulabilecek bağlantılar ise daha da sorunlu bir alan oluşturmaktadır. Bir ahlak felsefesi olarak basitleştirilebilecek etik yaklaşımın; Türkiye koşullarında, başkent niteliğini taşıyan Ankara somutunda, hizmetler göstergesinden hareketle ulaşılacak sonuçlarının ise ilginç olacağı öngörülmektedir. Tez, çevre sorunları, yerel yönetimlerin bu alandaki fonksiyonları ve bir çevre etiğine ulaşılabilmesi konularında önce betimleme; daha sonra bu konularda bir eleştirel çözümleme gerçekleştirmeye odaklanmaktadır. Yerel bilgi birikim sürecinin parçalı ve dağınık yapısı nedeniyle sistematik verilerin sağlıklı olarak sunulamadığı anlaşıldığından, sayısal göstergeler, yalnızca temel sorunsalın niteliğine katkıları bakımından ele alınmıştır. Çevre yaklaşımlarının geçişken yapısının sergilediği kriter geliştirme sorunu da bütüncül değerlendirmelerin önemini vurgulamaktadır. Etik, ahlak’ı inceleyen kuramsal dallardan biri olarak gerçekliğin saf kuramsal bilgisinden çok, nasıl davranılacağı konusunda pratik önermeler içermiştir. Daha sonraları etik, kuramsal ve pratik, felsefi ve normatif etik olarak ayrılmıştır. Ahlak da bilinçli davranış standartlarını içerir. Ancak bu standartlar dikkatli akılcı analizlere henüz tabi tutulmamışlardır. Buna karşılık etik, akılcı analizleri gerektirir ve salt inançla değil, düşünsel işlemlerle doğrulanması gerekir. “Etik” ve “ahlak” kavramlaştırmalarındaki farklılığı tanımlamada kavramsal zeminin oluşturulması çabası, bu çalışmanın en zorlu kısmını oluşturmaktadır. Çünkü etik kavramı, ahlaka dayanır, ahlak dine, tüm boyutlar sosyolojik ve tarihi unsurlara; bu genel perspektif içinde de “değer”, “ölçüt”, “analiz”, “evrensellik”, “seçim”, “hiyerarşi” gibi alt kademelerdeki tanımlamalarda uzlaşmak gerekir. Etik yaklaşımın temeli olan değer belirlenirken “çevre” kavramının nasıl tanımlandığı önem kazanır. Çevre insanı merkeze alan ve onun dışında kalan bir unsur olarak tanımlanmakta ise “insanmerkezci” bir değer kuramından hareket ediliyor demektir. Tersine “çevre” biyosferi ya da canlı organizmaları ifade ediyorsa o takdirde, “çevre merkezci” bir değer kuramı sözkonusudur. İnsanmerkezcilik insanı başkalarına olan yararından bağımsız olarak, kendi başına ve kendiliğinden değerli tek varlık olarak görür. Çeşitli dinler ve düşünürler insanın bazı özelliklerine dayanarak bu görüşü ileri sürmektedirler. Eğer çevre, yani insan dışındaki varlıklar korunacaksa, bu ancak insanların iyiliği, gelecek kuşaklar veya yaşam refahı içindir. Dinsel ve laik ahlak anlayışlarının çoğunluğu insanmerkezcidir. Tez öncelikle etik kavramını irdelemekte ve kavramsal ve kuramsal çerçevenin kurgulanması çabasına odaklanmak suretiyle, kavramın diğer alanlarla genel olarak ilintisini sorgulamaktadır. Çünkü etik yaklaşımın unsurları belirlenirken ahlak; insan ögesi ve çeşitli etik değer ve normların önemi büyüktür. Bu kavramlar ise insanlığın kültürel dönemlerinin dönüşümlerine paralel olarak şekillenmektedir. Bu da etik kavramının tarihsel dönemselleştirmeler ile ele alınmasını zorunlu kıldığından, bir sonraki adım olarak, modernizm ve postmodernizmin etik yaklaşımı çerçevesinde, etik alandaki temel kavramsallaştırmalar, mutlaklık – görelilik ve evrensellik - kültürelcilik ikilemleri irdelenmiştir. Öte yandan etik alanın ahlakla ilintisi dolayımıyla din ögesi de belirleyici ögelerden bir olarak ele alınmıştır. Bölümde son olarak ahlak, hukuk ve adalet kavramsallaştırmaları karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Kavramsal düzlemin tartışılmasını takiben Çevre Etiği Konusunda Kuramsal Gelişme ve Tartışmalar ve çevre hareketleri ve çevre hukukuna genel olarak değinilmek suretiyle çevreci gelişmeler ele alınmıştır. İkinci bölüm ise “Yerel Yönetimler ve Çevre Faaliyetleri” başlığını taşımakta ve bu bölümde önce “Yerel Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler” olarak yerel yönetimlerin öne çıkış süreci değerlendirilmekte ve bu sürecin genel olarak yönetim yaklaşımlarının sorgulandığı yönetim etiği kavramının konuşulduğu dönemsellikle paralelliği vurgulanmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında tezin de temelini oluşturan Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Çankaya İlçe Belediyesi etkinlikleri (hizmetleri) çevresel bir bakış açısıyla irdelenmektedir. 5. 2 Varsayımlar 1. Bu çalışmanın amacı bakımından ele alınan “çevresel etik”, bilinen çevre etiği yaklaşımlarından herhangi birine doğrudan dayanmamakta, daha genel olarak çevresel duyarlıklardan kaynaklanan ve yönetim etiği ile de beslenen bir etik tavır olarak tanımlanmaktadır. 2. “Çevre Etiği” yaklaşımlarının dini içerimleri de bulunan bir kültürel ve ahlaki yapıya dayandırılmasının yanı sıra, insanmerkezci veya çevremerkezci kriterlerle değerlendirildiğinde, evrensel bir sistem oluşturması bakımından sorunlu bir alan olduğu kabul edilmelidir. 3. “Etik” yaklaşım, “hak” yaklaşımından daha geniş bir koruma sağlıyor gibi görünmekte ise de talep edebilme ve etkin müeyyide güvencesi sağlama açısından daha kısıtlı bir alan çizer. Buna karşın etik tavrın bütünselliği, çevre korumada kapsayıcı bir önlem içeren yaşam kalitesini de yükseltici işleve sahiptir. 4. Yerel hizmetlerin hemen tümünün bir çevresel boyutu bulunduğundan; “çevresel etik” perspektifinden yapılacak değerlendirmeler, her hizmet düzleminde kullanılabilir. 5. Çevre sorunları karşısında yerel yönetimler eliyle görülen hizmetlerde de bir değişim ve dönüşüm yaşanmaktadır. Çevre sektörü olarak gelişen hizmetler, ekonomik ve toplumsal bir yapısal dönüşümü dayatmaktadır. 6. Bu dönüşümü gerçekleştirecek bir bakış açısı olarak etik yaklaşım, soyut bir felsefi yönelim olmayıp, esas olarak, yaşam kalitesi kavramıyla da buluşan somut göstergeler de içermektedir. 5.3. Kapsam ve Sınırlılıklar 1. Tez, “çevre etiği” yaklaşımlarının ve çevre hareketlerinin detaylı incelenmesini amaçlamamakta, genel yaklaşım farklılıklarına işaretle yetinmektedir. 2. Tez, incelenen konuları etik davranış kalıpları açısından ele almış, yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, vurgunculuk gibi doğrudan doğruya toplumsal ve hukuksal suç niteliği taşıyan uygulamalar değerlendirme alanı dışında bırakılmıştır. 3. Tez; “çevre etiği” konusunu felsefi ve politik bir perspektifte inceleme amacını, yerel çalışmalar boyutuyla somutlamaktadır. Buradaki “yerelliğin” örneklem alanını ise Ankara Büyükşehir ve Çankaya İlçe Belediyeleri oluşturmaktadır. Türk yönetim sisteminin önemli bir kategorisini oluşturan kent yönetimi tarihi, aynı zamanda kültürel ve toplumsal bir gelişim sürecini de sergiler. Cumhuriyet döneminde bugünkü anlamda belediyecilik deneyiminin de ilk projesi, başkentin Ankara oluşu ile belirginleşmiş ve “Ankara’yı bir Avrupa kenti olarak kurmak” deneyimi, esasen 75 yıllık ömrü olan 1580 sayılı Belediye Kanununu da şekillendirmiştir. Bu nedenle Ankara’nın imarı, belediyecilik tarihimiz içindeki yeri ve geçirdiği değişim süreci bakımından hem simgesel hem de son derce somut bir örnek oluşturmuştur. Bu nedenle cumhuriyetin kurulmasından bu yana geçen süre içinde yozlaşarak da olsa ağırlığını hissettiren Batılı modernleşmeci yaklaşımın, yerini gelenekselci İslamcı-muhafazakar yaklaşıma bıraktığı Ankara’nın, mimari ve kültürel yapısındaki dönüşüm, bu açıdan önemli bir çevresel proje olarak irdelenmeyi hak etmektedir. Yeni çıkan 5272 sayılı yasanın bu sürece olası katkıları da değerlendirilmeye çalışılacaktır. 4. Ankara Büyükşehir Belediyesi çalışmaları, bir Büyükşehir yönetim modeli olması bakımından önem taşımakla birlikte, bu Büyükşehir dahilindeki en büyük ve en merkezi ilçe olması bakımından Çankaya İlçe Belediyesi özelinde ilişkileri, yönetim sisteminin ve ilişkiler düzleminin değerlendirilmesi bakımından yeterli bir örnek niteliği taşımaktadır. Bu nedenle, daha somut tekil örnekler düzeyinde inceleme yapabilmek amacıyla Büyükşehir dahilindeki diğer ilçe belediyeleri ile ilişkiler bu çalışmanın kapsamı dışında tutulmuştur. 5. Tez, Giriş ile Sonuç dışında iki ana bölümden oluşmaktadır. Giriş’te önce, çalışmanın konusu ve amacı tanıtılmakta, ardından çalışmaya temel oluşturan varsayımlar sıralanmakta ve konunun ele alınmasında izlenen yöntem üzerinde durulmaktadır. Birinci bölüm, etik kavramını irdelemekte ve kavramın diğer alanlarla genel olarak ilintisini sorgulamaktadır. Bu bölümde, kavramsal düzlemin tartışılmasını takiben çevre etiği konusunda kuramsal gelişme ve tartışmalar ve çevre hareketleri ve çevre hukukuna genel olarak değinilmek suretiyle çevreci gelişmeler ele alınmıştır. İkinci bölüm ise “Yerel Yönetimler ve Çevre Faaliyetleri” başlığını taşımakta ve Ankara Büyükşehir Belediyesi etkinliklerinin çevre etiği yaklaşımı çerçevesinden değerlendirilmesini amaçlayan bu ikinci bölümde, hizmetlerin 2 başlıkta toparlanması uygun görülmektedir: 1 – Çevresel Etik Açısından Belediye Hizmetleri: Bir tez kapsamının gerektirdiği sayfa sayısına mukabil hizmet alanının çokluğu dikkate alındığında, birçok hizmet alanı dışarıda bırakılmış; örneklerin seçiminde ise de çevre ve insan açısından yaşamsal önemi bulunan temel hizmet alanları öne alınmıştır. Bir mimari tasarım olarak kent; kentsel planlama ve uygulamanın çevresel etkileri; imar planları ve imar mevzuatına aykırılıklar ve imara aykırı yapılara uygulanan cezalar ile doğrudan çevresel ve sosyal etkileri olan temel bazı hizmetler olarak, konut, sağlık, kentiçi yol yapım ve ulaşım politikaları bu kapsamda değerlendirilmiştir. Daha yeşil ve sağlıklı bir çevrede yaşamak, daha doğa ve insanla barışık konut ortamları edinmek, “insani etik yaklaşımın” temel argümanları olduğu kadar “çevre ve doğaya saygılı olmak” temeli de doğrudan “çevre etiği” konusu edilebilecek durumları içerir. Bu bağlamdan hareket edildiğinde, belediye hizmetleri arasında, çevresel vizyonu en modern ve üretken olabilecek alan da bu hizmetlerdir. Dolayısıyla bu bölümdeki hizmetlerin gelişkinlik düzeyi, belirgin bir “çağdaşlık” göstergesi de olmaktadır. 2 – Çevresel Etik Açısından Yönetsel Politikalar: Bu bölümde de belediyecilik tarihimiz ve hizmet paylaşımı; büyükşehir ve ilçe belediyeleri yetki çatışmaları; kentin tarih ve kültürünün önemi; kent yönetiminde katılımcı açılım ve hizmet politikaları ve finansal sorunlar olarak toparlanmıştır. Çalışmanın kapsamı içerisinde en dolaylı sayılabilecek hizmet sorunları bu bölümde ele alınmaktadır. Buna karşın bu bölümdeki hizmetler nedeniyle gerçekleşecek sorunların çevresel etkisi bakımından rolü, aynı iddiayı sürdürmeyi olanaklı kılmaktadır. Çünkü “etik” yaklaşım, bir idari düzey nezdinde ele alındığında “yönetsel” süreçleri de içeren boyut taşır. “Yönetim” anlayışının, demokratik, şeffaf, katılımcı, dürüst ve objektif temellere kurulabilmesi, her şeyden önce bir “niyetlilik” sorunudur. Aksi takdirde aksayan her unsur için mazeret üretmek mümkün olmaktadır. Yönetim olgusunun “finansal” boyutu, her zaman ekonomik ve sosyal içerimlere sahiptir. Dolayısıyla “borçlanma”, “özelleştirme”, “fiyatlandırma” gibi kavramlar, çoğu zaman iddia edildiği gibi “dayatmaların” değil, dünya görüşlerini yansıtan temel tercihlerin ürünüdür. Bu bölümde bu konudaki örnekler ele alınmakla, “etkin” kullanılmayan kamu kaynaklarının, etkin kullanılması gereken alanlardan “çalınmış” kaynaklar olduğu vurgulanırsa daha somut bir resim çizmek mümkün olabilir. Bu çerçevede Ankara Büyükşehir ve Çankaya İlçe Belediyeleri faaliyetleri de diğer siyasal, toplumsal, ekonomik boyutlarından soyutlanmaya çalışılarak somut “çevre” sorununa odaklanacaktır. Belediye faaliyetleri dışındaki Türk yönetim yapısının yerel boyutları ve ulusal plan tezin kapsamı dışındadır. 5.4. Veri Toplama Tekniği Tez; temel olarak kavramsal ve kuramsal çerçevenin belirlendiği teorik kısım ve bu teorilerin de yardımıyla analiz edilecek uygulama örneklerinin incelendiği kısım olarak ikiye ayrılabilir. Kuramsal ve kavramsal çerçeve; kütüphaneler ve ilgili kuruluşların kaynaklarından ve internet üzerinden kaynak taramalarından oluşmaktadır. Uygulama kısmı; yerel yayın, yıllık rapor, istatistiki dökümanlar ve basın açıklamaları gibi verilerin karşılaştırmalı olarak incelenmesi yanında; gözlem ve görüşmelerle edinilen izlenimlerin de değerlendirilmesinden oluşmaktadır. BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK ETİK KAVRAMI I – KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE Toplumsal yaşamın neredeyse her alanında görünür duruma gelen hızlı değişim ve dönüşümlerle simgelenen günümüzde, yeni dönemle birlikte birçok alanda etik yaklaşımın öne çıktığı bir söylemler alanı oluşmuştur. Sorunlarla karşılaşılan hemen her alanda, sorunları altetmenin etik bir bakış açısı gerektirdiği yorumları yapılmaktadır. Yukarıda değinilen yaygın yaklaşıma en uygun örneklerden biri olmak üzere, çevresel sorunlar karşısında gündemimize giren çevre etiği kavramı da etik yaklaşım bağlamının kurulacağı zemin bakımından sorunlu bir alanı işaret etmektedir. Çünkü ekonomik alanda liberal, kültürel alanda ise postmodern kavramları ile tanımlanan bir dönüşüm, etik bir çerçeveyi hem dayatmakta, hem de ona bu kavramla bir makyaj/maske gereksinimi yaratmaktadır. Konuya böyle bakıldığında, çevre etiği yaklaşımının da ne kadar modaya uyum potansiyeli içerdiği, ne kadar gerçek ve kaçınılmaz bir yönelim olduğunun sorgulanması önemli görünmektedir. Bu alanda görüş geliştirebilmek için öncelikle daha ilksel bir basamak olarak ahlak kavramına atıf yapmak gerekmektedir. Günlük konuşmalarda sıklıkla birbirinin yerine kullanılan bu kavramların konuları ortak olmakla birlikte, felsefede farklı yan anlamları vardır. 1 – ETİK-AHLAK KAVRAMLARI ÜZERİNE (Etik Yaklaşımın Unsurları) 1 - 1 - Etik-Ahlak “Etik” sözcüğünün anlamı, “Törebilimi, ahlak bilimi; Ahlaki, ahlakla ilgili” olarak belirlenmektedir. (Türkçe Sözlük, 1998: 739) Etik, ahlak’ı inceleyen kuramsal dallardan biri olarak gerçekliğin saf kuramsal bilgisinden çok, nasıl davranılacağı konusunda pratik önermeler içermiştir. Daha sonraları etik, kuramsal ve pratik, felsefi ve normatif etik olarak ayrılmıştır. “Modern burjuva etikte, bu tarihsel olarak ortaya çıkan bölünme, bilim ile ahlak arasında bir uzlaşmaya varmıştır.” (Felsefe Sözlüğü, 1991:153) Bilimsel kriterlerle ahlaki davranışların bu şekilde standardize edilmesiyle, yani toplumdan topluma, hatta aynı toplumda zamana bağlı olarak değişebilmesinin yani göreli olmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. (BUDAK, 2000: 23) Ahlak da bilinçli davranış standartlarını içerir. Ancak bu standartlar dikkatli akılcı analizlere henüz tabi tutulmamışlardır. Buna karşılık etik, akılcı analizleri gerektirir ve salt inançla değil, düşünsel işlemlerle doğrulanması gerekir. “O halde ahlak, düşünce ürünü olmayan adet ile doğru ve yanlışın akılcı etik ölçütleri arasında bir yerde bulunur.” (BOOKCHİN, 1994: 87) Etik ve ahlak kavramlaştırmalarındaki farklılığı tanımlamada kavramsal zeminin oluşturulması çabası, bu çalışmanın en zorlu kısmını oluşturmaktadır. Çünkü etik kavramı, ahlaka dayanır, ahlak dine, tüm boyutlar sosyolojik ve tarihi unsurlara; bu genel perspektif içinde de değer, ölçüt, analiz, evrensellik, seçim, hiyerarşi gibi alt kademelerdeki tanımlamalarda uzlaşmak gerekir. Etik, ahlaki yargı ve tutumlara felsefi ve akademik bir boyut katar. Çünkü ahlak, dünyevi ve dinsel konularda, toplumda gelişmiş, varolan, gelişmekte olan tutum ve davranışlarımızla ilgili değerler topluluğudur. Etik ise akademik bir alandır. Felsefenin bir alt alanı ve ahlaki değerler felsefesidir. Kavramsal ve mantıksal düzeyde, değerleri sorgulayan ve çözüm arayışları içerisinde olan bir alandır. Buradan hareket edildiğinde etik, doğru ve yanlış davranış teorisidir, ahlak ise onun pratiği. Etik, bir kişinin belli bir durumda ifade etmek istediği değerlerle ilgilidir, ahlak ise bunu hayata geçirme tarzıdır. Tıp etiği, mesleğin genel ilkeleriyle ilgilidir; bir doktorun ahlakı ise onun kendi kişisel davranışlarıyla ilgilidir. Her bir davranışı etik kritere tabi tutulabilir. Ancak hakkında genel bir yargı geliştirdiğimizde bu onun ahlaki durumunu anlatır. Özetleyecek olursak “etik, insan davranışının ilkeleri, ahlak da bu ilkelerin tikel bir durumda uygulanması ile ilgilidir.” (BİLLİNGTON, 1997: 45-47) Hançerlioğlu da bu tartışmaya hem etik anlayış çeşitliliğini sergilemek, hem de birçoğunu “bilim dışı” bulmak gibi radikal bir yaklaşımla katılmaktadır. İşte bu nedenledir ki etik alan, tanım zorlukları ve bilimsellik çerçevesinde eleştiriye açık oluşuyla “malul”dür. Sheldon ve Austern’in terminolojisi ise “ahlak-erdem” olarak çevrilmiştir: “Kimi kez ahlak (ethics) ve erdem (morality) özdeş olarak kullanılmaktadır. Ahlak daha çok insan davranışıyla, erdemlilik ise daha çok ahlaklı davranışın altında yatan ilişkilerle ilişkilidir.” (1995: 152-153) 1 - 2 – Etik – İnsan Etik yaklaşım öncelikle insani alanda oluşur. Sadece insan, iyi ya da kötü olur. Örneğin doğa için böyle bir değerlendirme yapılamaz. “İyi ve kötü ancak özne aracılığıyla sahneye çıkar. Ve özne dünyanın parçası değil, dünyanın bir sınırıdır.” (HARDT/NEGRİ, 2001: 383) Ayrıca bu öznenin yalnızca fiziksel olarak varlığı da etik alanın temel unsuru değildir. İnsanın bu alandaki varlığı insani değer kavramıyla şekillenmektedir. Eski deyimle beşeriyet kavramına gidersek, “Örneğin, ırk, ten rengi, kafatası biçimi ya da cinsiyet, insanın zoolojik varlığına ilişkin unsurlar, özellikler olarak doğrudan doğruya beşer-altı alanda yer alırlar.” (CANGIZBAY, 1997: 49) Dolayısıyla yalnızca bu temele dayalı değer üretmek etik için geçerli bir zemin oluşturmaz. İnsanın, biyolojik ve psikolojik yapısına dair ele alınan bu ayırım da kendi içinde etik ilkelerin kavranışı bağlamında anlamlıdır. “Büyük geleneksel insani etik düşüncesi, insanın otonomi ve mantığına dayalı değer sistemleri olarak kurulmuşlardır.” (FROMM, 1967: 6-7) Bu anlamda etiğin, insani bir kurgu olduğunu kabul etmek kaçınılmaz bir tavırdır. Bookchin bu değerlendirmenin biyomerkezcilerin, içsel değer adına, yaşam biçimlerine (hatta dereler, kayalar, ormanlar, dağlar vb) atfettikleri haklar için de geçerli olduğunu düşünmektedir. “İnsanların yok oluşuyla birlikte, değer de yok olacaktır ve biyosferde “içsel değer”in herhangi bir etik değerlendirmesi ya da tartışması için temel kalmayacağı gibi, onun olağanüstü niteliklerine değer biçebilecek etik özneler de kalmayacaktır.” (BOOKCHİN, 1994: 47) Bu görüş, doğadaki insan dışı varlıkların, haklarını talep etmelerinin bile ancak insan vasıtasıyla olabileceği örneğiyle desteklenmektedir. Ancak ileride ayrıntılandırılacağı üzere, doğamerkezci bakış açısı, değeri, yalnızca insani bir perspektif olarak ele almayı reddeder. Etik değerler, eğitim konusu edilebilen ve öncelikli bilgi değeri taşıyan unsurları içerirler. “Descartes, Felsefenin İlkeleri’ne yazmış olduğu Önsöz’de bir “bilgi edinme sırası”ndan sözetmekte ve bu sırayı da Ahlak, Mantık ve Felsefe olarak tadat etmektedir.” (HOCAOĞLU, 1998: 90) Epikuros’un felsefesi de benzer bir sıralamayı taşır. “Gerçeğe ulaşmanın araçlarını araştıran kanon (mantık); doğa evren sorununu işleyen physeus (fizik) ve insanın neye ulaşması, neden kaçınması gerektiğini inceleyen, kısacası insan yaşamının amacını açıklayan ethika (ahlak).” (AĞAOĞULLARI, 1994: 367) Bu üç bilgi kaynağının insani alana katkıları ise ancak çatışma alanlarında su yüzüne çıkar. Büyük toplumsal çatışmaların kaynağı olabilen bu öncelik sorunu, eğitim sistematikleriyle içselleştirilir. Thomas More’un Utopıa’sında, “Okulda çocuk ve gençlere bilim yerine daha çok fazilet ve ahlak öğretilmektedir.” (MORE, 1996: 120) David Hume da “Doğal Din Üzerine Söyleşiler”inde, bu üçlü yapıya “Dinbilim”i ekler.” (1979: 86) Ancak etik değerlerin evrensel ilkeleri kurgulanır ve eğitimle gelecek kuşaklara aktarılırken, çoğu zaman toplumsal bir tuzak yaratılır ki, bu tuzakla aslında değer yargılarının aktarımı gerçekleştirilebilir. Görüldüğü gibi eğitim, etikle çok yakından ilgili olup, etik yapıyı destekleyici en temel davranışsal süreçlerden biridir. Bugün etik bir yaklaşım kurgulamak ve benimsetmek gereği, eğitimin önemini de daha belirgin kılmaktadır. Eğitim yoluyla etik duruşun öğrenilebilirliği, ancak bu iki yapı arasındaki etkileşimin çözümlenmesi ile mümkündür. Bu etkileşimin karşılıklı ilişki dinamiğinin kavranması özellikle genç yaş grubu bakımından büyük bir avantaj sağlamaktadır. 1 - 3 – Etik Değer ve Normlar Etik, “değer” kavramı ile temellenir. Değeri belirginleştirecek olansa tüm eylemlerdir. Burada değer kavramının etik bir yaklaşımda iki yönlü anlamlılığına işaret etmek gerekmektedir. Yani öncelikle bir eyleme başlarken kişinin o eyleme atfettiği değer ile eylemin gerçekleşmesiyle ortaya çıkan değer ayırımıdır. Ayrıca değerlendirilen şey de önemlidir. Kişiler arasındaki durumu nedeniyle bir kişinin değerlendirilmesi de mümkündür, eylemler arasından bir eylemin değerlendirilmesi de. “Etik ilişki bir kişi-kişi ilişkisi ise eylemde bulunan kişinin değerlendirdiği şey karşısında bulunan kişinin bir eylemi veya bir tutumudur, dolayısıyla bütün olarak o kişidir… Bir eylemin yapıldığı koşullar içinde başka eylem olanakları bakımından özelliği ise onun değeridir. Değerlendirmenin bu iki unsuru, o eylemin değerinin bilgisini sağlar.” (TEPE, 1998: 22) Sonuç olarak bu belirlenimi sağlayacak değerlendirmelerimizi neye göre yaptığımıza değinmek gerekir. Çünkü değerler genel olarak normlara gönderme yaparlar. Etik ilişki ve davranışın temellerini kurmada değer ve normlar eliyle bir yapılandırma sağlanması ise bizi “kültür ve evrim” gibi başka alanlara taşır. “Yaptırımlarla değerler; hukukla hak arasındaki çatışmalar genellikle, bir kültürü oluşturan ögelerin evrimleşme farklarıyla düşümdeşirler.” (DUVERGER, 1975: 123) Genellikle evrimleşme süreci, geçmişten artakalmış çatışmaları da barındırır. Normlar, değerler, yaptırımlar, roller ve davranış modelleri, çağlar boyunca yavaş yavaş geliştirilirken, kültür dediğimiz toplumların belleğini oluştururlar. Bu bellek, insanlığın günümüze değin gerçekleştirmiş olduğu dönüşüm ve ilerlemelerin tümünün bir özetini sürekli muhafaza eder. Teknik, düşünsel, ahlaksal ve estetik nitelikteki tüm bu birikim kültürü oluşturur. Dolayısıyla değerlerimize ilişkin kriterleri oluşturan normlar, o kültürün içinde şekillenen unsurlardır. Değerlerin sağlamlığı ve güvenilirliği bilgi sorunsalına kapı açar. Bilgi rasyonel bir haldir ve “değerler sorunu bilgi alanının dışında kalır”. (RUSSEL, 1972: 179) Ancak sadece bu rasyonaliteden hareket edilmesi, etik yaklaşımın gereksindiği altyapıyı sunmada yeterli değildir. “Doğru arayışı ve doğruya yaklaşma düşünceleri etik ilkelerdir; bununla birlikte, bizleri özeleştirel yaklaşımlara ve hoşgörüye götüren, yanlış yapabilirlik ve entelektüel dürüstlük düşünceleridir de.” (POPPER, 2001: 216) İşte burada, daha sonra adalet ve hakkaniyet kavramlarında da karşılaşacağımız bir rasyonel olma, tarafsız kalma, yalnızca bilimsel olanı arama hallerine dönük değerlendirmeler devreye girmektedir. Çünkü bilgi ile değerlerin tamamen farklı kulvarlara açıldığını ileri sürmek de kurgunun çok güçlü iki ayağından birini sakatlar. “Görüşler sözkonusu olduğunda, tolerans konusu olabileceklerin sınırını çizen bilgidir. Bu, eğer belirli bir mesele üstünde bir görüş ile bir bilgi arasında çatışma varsa, böyle bir görüşün kamu işlerinde belirleyici olmasına izin verilmemesi gerektiği anlamına gelir.” (KUÇURADİ, 1999: 54) Burada açık olan husus, bir bilginin doğruluğu ya da yanlışlığının demokratik bir karar konusu olmadığı tesbitidir. Ancak o bilginin kamu işlerinde belirleyici olması veya olmaması demokratik bir karar ile gerçekleşmektedir. Dolayısıyla burada önümüze çıkan yol ayrımı da demokratik olma konusunda var edebileceğimiz seçimsel durumun, yalnızca görüşler alanında gerçekleşebileceğini; oysa bilginin bu tür seçime konu edilemeyecek önceliği bulunduğunu sergilemektedir. Öte yandan değerler alanı sözkonusu edilirken, günümüz dünyasında değerlerin genel olarak değer yitimine uğradığını da unutmamak gerekmektedir. Bu da sonuç olarak değerlendirme ve değer atfetme koşullarını etkileyecektir. Baudrilliard’a göre, “Dünyamızı olumsuzun gücüyle düzenleyen terazinin ayarı bozuldu. Olaylar, söylemler, özne veya nesneler ancak değerin manyetik alanında, o da ancak iki kutup, iyi ya da kötü, doğru veya yanlış, eril ya da dişil arasındaki gerilimle var olabilir. Oysa bugün bunlar kutupsallıklarını yitirmiş olaraktan gerçekliğin ayrımsızlaşmış alanı içinde dönüp durmaktadırlar.” (1998: 82) Kuşkusuz bu gelişim, biraz da konformist bir toplum yapısının nemelazımcılığı ile beslenmekte ve giderek eleştiriye dayanak oluşturabilecek temel verileri de silikleştirmektedir. Bu da benzer şekilde etik kurguyu güçleştirmektedir. 2 – ÇAĞIN GELİŞİMLERİ ÇERÇEVESİNDE ETİK YAKLAŞIM Çalışmanın en önemli savlarından biri, modernliğin, ahlaki bakış açısının değişimi/dönüşümü sürecinin, postmodern olarak ifade edilen bir dönemde yeni bir formatlama ile etik yaklaşıma dönüştüğü; ancak doğrudan doğruya bu nedenden ötürü, bir çevre etiği kurgulamanın ve daha önemlisi uygulamanın, çok sorunlu bir alana tekabül ettiğinin gösterilmesidir. Bu bölümde ayrıca etik alanın kurgusunda rolü olan temel kavramsallaştırmalar, ekonomik ve politik yeni dünya düzeni içerisinde nasıl bir anlama ve alana hitap etmektedir sorusunun yanıtı aranacaktır. Çünkü bu kavramsallaştırmalar esasen birer dikotomidir ve bu özellikleri etik kurgunun da temel zorluğunu oluşturmaktadır. 2 – 1 – Etik Yaklaşımın Gelişimi 2 - 1 – 1 – Modernizmin Etik Yaklaşımı Modernist dönemin ahlak anlayışı, belli kavramlara yüklediği içeriklerle, ekonomik ve siyasal sistemlerin de temel savlarını içermektedir. Etik, öncelikle kişinin kendisiyle, sonra fiziki çevresiyle, sonra da toplumsal çevresiyle olan ilişkisiyle ortaya çıkan bir problematiktir. Dolayısıyla problematiğin çıkış noktası da çözüm noktası da birey olarak görünmektedir. Liberalizmin bireyci yönüyle de desteklenen bu görüş, eşitsizlikleri uyumlaştıran ve farklılıkların uzlaşmasını arayan yönüyle bir ölçüde bireylerin etik davranışlarını şekillendirmektedir. “Liberalizm, …“asgari müdahale” veya “en az yönetim” ilkesini ön plana koymaktadır. Devlet müdahalesinin azaltılmasından çok belli bir tasarruf ilkesine, “en az müdahaleyle en fazla etki” diye formüle edilebilecek ekonomik bir ilkeye dayanmakta, hayatın çeşitli alanlarındaki Devlet varlığını bu ilkeye boyun eymeye davet etmektedir.” (BAKER, 1994: 68) Buradan hareket edildiğinde bu kuramın ahlaki bakış açısındaki temel öncüllerin sistemin gereksinim duyduğu kodlarda simgeleştiğini kabul etmek gerekecektir. Ahlaki tezler bir ekonomik ya da ideolojik sistemin kültürel üst yapısının kurulmasında son derece önemlidir. Örneğin, Weber’in tezleri, reform’un ürünü olan “protestan ahlakı”nın (özellikle de Calvinist biçimiyle), batı dünyasında kapitalizme geçişi mümkün kılan bir kültürel öge olarak görülmesine yol açmıştır. Hatta bu konuda, Weber’in kapitalizm ile protestan ahlakı arasında bir “neden sonuç ilişkisi” kurduğu belirtilmiştir. (AĞAOĞULLARI /KÖKER, 1991: 87-93) Bu ilişki insana belli bir amaçlılıkla tasarlanmış ve çelişik unsurlar içeren bir kalıbı dayatır. Hobsbavm bu çelişkiye şöyle işaret eder: “Burjuva toplumunun, kültür alanında (ya da davranış ve ahlak alanında) “radikal deneysel bireycilik”ten korkarken, “ekonomide bir radikal bireycilik (uygulamaya)… süreç içinde bütün geleneksel toplumsal ilişkileri tahrip etmeye” hazır olmasında hiçbir “sosyolojik bilinmezlik” yoktur. Özel girişim temelinde sanayi ekonomisi inşa etmenin en etkili yolu, bunu serbest piyasa mantığıyla hiçbir ilgisi olmayan motivasyonlarla birleştirmekti -örneğin Protestan etikle; dolaysız hazdan kaçınmayla; ağır çalışma etiğiyle; aile görevi ve güveniyle; ancak kesinlikle bireylerin kurallara isyanıyla değil.” (1999: 29-30) Etik ilkelerin insan yaşamının daha çok özel boyutu sınırları içerisinde kalmasına yöneltilmiş bu eleştiri, aslında ekonomik sistemin çizdiği birey anlayışına da yöneltilmektedir. Bu ikicil bakış açısı da evrensel etik söyleminin önemli paradigmalarından birini oluşturur. Nitekim bir başka liberal görüş sahibi Popper da aynı çerçeve içinde kalarak, Marx’ın “toplumsal yükümlülük” kavramını bir ahlaki önerme olarak önemsemektedir. Esasen etik bir yönsemenin temelini oluşturan toplumsal yükümlülük düşüncesi, sistemin kuruluş aşamasında ve belki de bekaasında önem taşıdığı için, görünen çelişkilerine karşın insanlara benimsetilmeye çalışılmıştır. Ancak bugün küresel bir ekonomik yapıyı oluşturan ağlar arasında bireysel girişimin eski öneminin olmayacağına ilişkin göstergeler, bu alandaki söylemlerin vurgu gücünü de azaltmakta, daha önemlisi buna gereksinim azalmaktadır. Üstelik çelişki de başka bir boyuta taşınmaktadır. Popper’ın olumladığı özgürlük aşkı siyasal bir köktenciliğe yönelebilecek bir süreç iken, toplumsal yükümlülük duygusu, siyasal yönünden öte ahlaksal köktenciliğe yönelebilecek bir duygudur. Dolayısıyla ya çelişki sürmektedir; ya da esas vurgu, Marx’ın görüşlerindeki ahlaksal köktenciliğin, siyasal köktenciliğin önüne geçmesi talebine yöneltilirken, özgürlük aşkı söyleminin müphem bir alana kıstırılmasıdır. Benzer bir yaklaşımla Baechler de Weber’in Protestan ahlakı ile kapitalist zihniyet arasındaki yaklaşımının esas etkisinin “burjuva yaşam tarzının olumlanmasında” olduğunu vurgulamaktadır. (1986: 82) Ancak ahlak felsefesinin toplumsal yaşamın başat unsuru olduğu dönemler zamanla değişerek yeni bir evreye ulaşmıştır. Bugün insanların toplumsal kimliğinin doğasında çarpıcı bir dönüşüm yaşandığını ve bunun da çağdaş toplumun kültüründe ve örgütlenmesinde görülen değişimin bir sonucu olduğunu savunan geniş bir literatür bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre, yaşanan toplumsal değişim farklı türden bir insanı gerektirmekte ve bu özellikleri talep etmektedir. “Özellikle çağdaş Batı kapitalizminin artık, güçlü bir “Protestan etiği“ taşıyan girişimcilere gerek duymadığı savunulmaktadır. (Protestan etiği tipi) girişimci için vakit nakittir, çalışmanın dinsel olarak esinlenilmiş bir görev olduğuna inanır ve gelecek için tasarruf ve yatırım yapar. (Günümüzde ise) Gerekli olan insanlar, gelecek için tasarruf yapmaktan çok tüketen, çalışmaktansa boş zamanın keyfini çıkaran ve kimliklerinin çalışmaktan daha çok tüketimden türevlendiği hedonistlerdir.” (URRY, 1999: 286-287) Dolayısıyla yeni bir evrensel etik kurgusu, bu çağcıl konformist tutumları yargılamak ve sorumluluk nosyonuna vurgu yapmak zorundadır. Oysa liberalizmin ulaştığı aşama artık kendi teorisyenlerine bile yeni bir bakış açısı zorunluluğunu dayatmaktadır. Ekonomik alanın dışında pek çok sosyal örnekte belirginleşen oportünizm aşılmaya, en azından yumuşatılmaya çalışılmakta ve “ahlaki uzlaşmaya politik bir gereksinim olduğu” açıkça belirtilmektedir. (BRZEZİNSKİ, 1994: 259) Oysa bu saptamadan yıllar sonra bile günümüzde uzlaşma koşullarının oluşmadığını ve tüm dünyada savaş koşullarının egemen olduğunu görüyoruz. Belki gereklilik bu anlamda yoğunlaşarak artmakta ama umut yine yakın görünmemektedir. Fukuyama ise demokrasi ve kapitalizmin kurumlarının düzgün işlemesi için, modern öncesi bazı kültürel alışkanlıklarla mutlaka bir arada yaşayabilmesi gerektiğini düşünmektedir: “Yasa, sözleşme ve ekonomik rasyonalite, sanayi sonrası toplumların zenginleşmesi ve istikrarı için gerekli, fakat yeterli olmayan unsurlardır. Yanı sıra, rasyonel çıkarımlardan ziyade, alışkanlıklara dayalı karşılıklı ilişkiler, ahlaki yükümlülükler, topluluğa karşı görev ve güven gibi değerlerle bezenmiş olmalıdır.” (FUKUYAMA, 1998: 24) Bu saptama ülkemiz bakımından da özellikle kentleşmenin yarattığı toplumsal sorunlarda somutlamaktadır. Hem fiziksel, hem hukuksal, hem siyasal, hem de toplumsal olarak, mevcut hukuk sistemini aşarak, kırarak oluşan bu kent parçaları, içlerinde gelişen yağmacılık kültürünü, yolsuzluğa batan siyaset ile bütünleştirmeyi başarmaktadır. Bu noktadan hareketle “Türkiye’nin 21. yüzyıldaki en büyük sorununun, bir ‘ahlak bunalımı’ olacağı” ileri sürülebilmektedir. (KONGAR, 1998: 580,625) Bu durumda “modern öncesi” bazı kültürel alışkanlıkların yeniden anılması ve ahlaki yükümlülüklerin yeniden hatırlanması sözkonusudur. Giderek acımasızlaşan, rekabete her yönüyle açık ve başarı ölçütü olarak yalnızca maddi kazançların öne geçtiği bir dönem, zorunlu olarak kendi karşıtlarını da üretmiştir. Bu gelişimin de etkisiyle, etik kavramının yükselişi, bilimsel bilginin ve bilimin kendisinin de sorgulanışı ile sonuçlanmıştır. Bilimsel buluşların nasıl ve nerede kullanılacağının etik boyutları, eski dönemlerden beri gündemde olan bir konudur. Ancak burada değişen, buluşun nasıl kullanılacağı değil, birlikte getirdiği bilgilerin yeni bir etik düzenine gereksinim yarattığı iddiasıdır. Bu yaklaşıma bağlı olarak birçok meslek alanında “meslek etiği” ve “örgüt etiği” kavramları yoğun tartışmalara konu olmaktadır. Mesleki etik kavramı daha genel bir sosyal evrene gereksinim duyar. Bu evren, sosyal niteliği ile öne çıktığı kadar, refah idealiyle ilişkilendirilmiş bir ekonomik boyutu içerir. Fukuyama, sosyal erdemler-refah ilişkisi üzerine kurduğu çalışmasında, ilk püritenlerin, dürüstlük ve tutumluluk gibi sermaye birikiminin oluşmasında son derece yardımcı olan erdemleri yanı sıra, kendiliğinden birleşmeler oluşturabilme yeteneği gibi bazı ahlaki alışkanlıklar gösterdiklerini belirtmektedir. “Bu yetenek organizasyonel yenilikler yapabilmede ve dolayısıyla refahın yaratılmasında kritik bir önem taşır. Farklı ahlaki alışkanlık türleri, alternatif ekonomik organizasyon biçimlerinin oluşmasına yol açar.” (1998: 46-47) Demek ki öncelikle şuna işaret etmemiz gerekiyor ki, etik yaklaşımların bir ortak ülkü olarak varlığı, arzu edildiği kadar homojen bir zemin oluşturmamaktadır. Çünkü farklı ahlaki alışkanlık türlerinden söz edilebilmektedir. Buradan ekonomik davranışlarda ahlaki dönüşümün çerçevesini biraz daha genişletip, yaşamın daha sosyal boyutlarına göz attığımızda ise postmodern tanımına geçiş yapmak mümkün gibi görünmektedir. Çünkü her ne kadar toplumsal eylemlilikleri bu tür ayırımlara tabi tutmak zor ve hatta yanıltıcı olabilirse de genişleyen, çeşitlenen, yoğunlaşan ve karmaşıklaşan değerler dünyasını anlamlandırabilmek için bu tasarım daha fazla yardımcı olabilecektir. 2 – 1 – 2 – Postmodernizmin Etik Yaklaşımı Aslında “liberal” ve “neo-liberal” şeklinde bir dönemselleştirme ile ahlaki yönelimde yaşanan dönüşümü anlama çabası karşısında, “postmodern” bir dönemselleştirmeyi ayrıca ele almak anlamlı gibi görünmeyebilir. Ancak ekonomik yapıdan etkilenmekle birlikte, sadece ekonomik bir perspektiften anlamlandırılamayacak kültürel değişimler de yaşanmaktadır. Bu nedenle akademik literatürde, postmodern döneme ilişkin söylemler de bu açıdan irdelenmiştir. Postmodernizmin, konumuzu çok aşan çerçevesi içerisinde modern döneme yönelttiği eleştiriler genellikle zengin ve ufuk açıcıdır. Ancak burada tarihsel bir aşama olarak postmodernlik söyleminde bilim insanları arasındaki uzlaşmanın kesin olmadığı ve bazı düşünürlerin, değişimi anlamanın, ancak modernizm çerçevesinde mümkün olacağına dair inançlarını korudukları da eklenmelidir. Küreselleşmenin çelişkili doğası, hem batı modernitesinin evrenselleşmesi, hem de bu modernitenin krizini bünyesinde barındırabilmesinden kaynaklanmaktadır. Postmodernizm bu süreçte, otantik medeniyetlerin özgün, farklı ve yerel değerlerini, kültürel bir bakış açısı geliştirerek, modernist projenin kültür yönünün krizini aşmada kullanmaktadır. Böylece sistem dışı kalan yerelliklerin evrensele eklenerek onun dönüşüme uğramasını olanaklı kılmaktadır. Postmodern bakış açısının burada kullandığı temel analitik araçlar, popüler kültür, tüketim kültürü, kimlik, farklılık ve yerelliktir. İşte tam bu nokta, çevresel akımların ve ona bağlı olarak da çevresel söylemlerin yoğunluğu, popüler ve moda kavramları ile küçümsenmelerini ve eleştirel bir kuşkuyu da beslemektedir. Bir dönemselleştirme olarak modern dönemin bittiği ve farklı değerlern egemen olacağı bir postmodern dönem başladığına ilişkin yazın, Lyotard, Foucault, Derrıda ve Baudrıllard gibi düşünürlerin etkisinde şekillenmiştir. Ancak bu akıma paralel olarak da yeni durumun modernitenin yine kendi içinde bulunan unsurların gelişmesi, daha bir radikalleşmesi olduğunu savunan Habermas, Jameson, Berman ve birçok Marksist bulunmaktadır. Marx’ın söylemlerinden hareket eden Göka ve Topçuoğlu da “Bugün postmodern durumu bize anıştıran hızlı değişim, tüketim kültürü ve bu kültüre tüm anlatıların tabi olması vs. durumların hepsinin 19.yy. da bile modernliğin kendiliğinden sonuçları olarak öngörülebildiğine” dikkat çekmektedirler. (1996: 276-277) Örneğin Habermas’a göre, modernliğin şu ana kadar yaşanan yönü Aydınlanma projesinin eksik bir uygulamasından ibaret olup, iyiye evrilme sürecinden umut taşımak gerekmektedir. Postmodernistlerin tutumu ise burjuvazinin yeni muhafazakarlığı olarak değerlendirilmelidir. Benzer bir şekilde Jameson, postmodern durumu geç-kapitalizmin bir mantığı olarak nitelendirmeyi seçmektedir. Dolayısıyla postmodernizmi inceleyen yazın, eleştirel yapısı kadar olanaklıyı zorlayan ögeleri ile de değerlendirilebilir. Çünkü doğrudan doğruya bu eleştirellik, rasyonel’in kalıplarına sığmayabilen ama bir duruş olarak etik yaklaşımla anlam kazanabilecek alanları açabilir. Toplumsal yaşamın farklılaşması ve karmaşıklaşması modernliğin öncelikli sorunsalı olmuştur. “İyi yaşamın birbiriyle çatışan birçok değişkesi olduğu” (EAGLETON, 1999: 95) ve bu değişkelerin en temel konularda bile görüş birliğini zorlaştırdığı görülmektedir. Sonuç olarak toplumsal sorunlara getirilen ve evrensel etiketiyle sunulan hemen tüm çözümler, bir kültürel arkaplandan oluşturulurlar. Daha sonra bu çözümlerin başkalarına dayatılması için güç kullanılması ise Feyerabend’in tanımıyla “aklofaşist düşler”dir. (1995: 369) Benzer irdelemeleri yapan Hardt ve Negri’nin deyimiyle, yeni bir dönem başlamıştır ve bu “İmparatorluk”, özgün boyutları ile yeni bir kurguyu dayatmaktadır. Buna göre değer algılamaları tümüyle farklılaşmıştır. “İmparatorluğun ortaya çıkışıyla birlikte artık evrenselin yerel dolayımıyla değil, somut bir evrenselin kendisiyle karşılaşıyoruz. Değerlerin yöreselliği, kendi içlerinde ahlaki içeriklerini de bulunduran sığınaklar, işgalci dışarıya karşı korunma sağlayan sınırlar; bütün bunlar kayboluyor. İmparatorlukta, etik, ahlak ve adalet yeni boyutlar kazanmaktadır.” (2001: 43-44) Bu sorgulamaları yaşadığımız en somut an, ekranlardaki savaş görüntüleri olmaktadır. Bütün manipüle edilmiş formatına karşın ekranlarımızdan yansıdığında, hem Saddam rejimi altındaki Iraklılar hem de “kurtarıcı” Amerikan silahı altındaki Irak, kapalı dünyalarımızdaki ortak etik ilkelerimizi sorgulatmakta ve yanıtlar giderek karmaşık ve sönük hale gelmektedir. Giddens bu farklılaşmaya fazla bir olumsuzluk yüklememektedir. Ona göre, postmodern bir dünyada, zaman ve uzam artık tarihsellikle aralarındaki karşılıklı ilişkilerle düzenlenmeyecektir. Bu anlatım, modernizmin yerleşik mantığına göre anlamlandırma yapılamayacağını söylemek olduğundan, varoluşçu bir sorunsal yaratmaya açık görünmektedir. “Dinin şu ya da bu biçimde yeniden ortaya çıkacağını ima ettiğini söylemek zordur; ancak galiba yaşamın bazı yönlerinde, geleneğin bazı özelliklerini anımsatacak yeni bir değişmezlik niteliği hakim olacaktır. Bu tür bir değişmezlik sonuçta, insanoğlunun denetimi altındaki toplumsal evrenin farkında olunmasıyla pekişen bir ontolojik güvenlik duygusuna zemin oluşturacaktır.” (1998: 173) Bu saptama esasen postmodernizmin modern ilkelere yönelttiği temel eleştirilerden olan geleneğin bağlarından sıyrılmanın yarattığı güvensizlik duygusuna atıf yapmaktadır. Farkındalığı yönlendirebilecek sabit referans noktalarının bulunmaması, değer yaklaşımlarında kaygan ve geçişli bir durum yaratacaktır. Nitekim Tourraıne de modernizmle simgelenen özerkliğin bir “ontolojik güvenlik duygusu” yaratması bir yana ortak kimliklerimizde bir değer kaybına işaret etmektedir. “Öyle bireylere dönüştük ki, ahlaki davranışımız birtakım modellere başvurmaya değil, bir olay ve bilgi kasırgasında bireyselliğimizi korumaya ya da zenginleştirmeye dayanıyor artık… Bugün 1-Ekonominin, pazarların ve uygulayımların evreniyle bireysel ve ortak kimliklerin evreni birbirinden ayrılıyor; 2-Bu birbirinden ayrı evrenlerin ikisi de onları birbiriyle bağdaştıran toplumsal ve siyasal aracılıklar kaybolurken, değer kaybediyorlar.” (TOURAINE, 2000: 53,70,73) Bugün modernleşmenin ekonomi, siyaset, bilim ve din alanını rasyonel çerçeveler ve ayrı kategorilerde tanımlaması, toplumsal birliktelik için gereksinim duyulan ortak zemini kurgulamada yeterli uyum noktaları sunmamaktadır. Bu parçalanmanın bilgi alanında yarattığı kasırga karşısında korunması ya da zenginleştirilmesi gereken bireyselliğimiz ise bir yandan aynı dönem içinde yaşanan evrensellik-tikellik dikotomisini öte yandan da bütüncül bir görüş geliştirmenin önemini belirginleştiriyor. “Bölük pörçük verilere ve kılı kırk yaran çözümlemelere boğulmuş olan bugünün uzmanlıklar kültüründe, toparlayıcı görüşün yalnızca yararı değil, yaşamsal bir önemi de vardır.” (TOFFLER, 1997:19) Ancak bu bütünselliği sağlayacak çerçevenin geçerlilik referansı, evrensellik olmalıdır ki bu durumda da “evrensel”in kendi paradigması bizi beklemektedir. 2 – 2 – Etik Alandaki Temel Kavramsallaştırmalar 2 – 2 – 1 – Mutlaklık - Görelilik Bazı tanımlara göre ahlak ve etik kavramları arasındaki farklılık, “evrensel temellendirme” ile ilişkilendirilir. “Törebilim (etik), düzgüsel (normatif) değerler dizgesi (ahlak) üzerine felsefece sorgulamalar anlamına gelmekte, törel yaşama evrensel ya da en azından belirli bir toplum içerisinde herkes için geçerli bir nitelik kazandırmak için ister kuramsal ister kılgısal olsun bir temellendirme uğraşı olmaktadır. (CENGİZ, 1998: 28) Temellendirme uğraşısı seçim yapmayı önemser ve seçim hiyerarşi gerektirir. Çünkü ahlaki yargı ancak bir seçimle kesinleşir; daha önemlisi bu seçimin, somut durumda karşı karşıya gelen ilkeler arasında belirlenmesi gereken öncelik sırasında açığa çıkmasıdır. Bu da şu soruyu doğurur: Ahlak kuralları mutlak mıdır, yoksa göreli midir? Etik yaklaşımın bir diğer temel sorunsalı olan ölçüm sorunu, bu alanda mutlaka “göreliliğe” kapı açmayı zorunlu kılar. Eğer hiçbir ahlaki önerme, kuşkuya yer bırakmaksızın doğru ya da yanlış ilan edilemeyecek ise bu durumlarda tartışma kaçınılmazdır ve “…ahlak felsefecisinin bütün yapabileceği, tartışmanın mantıksal tutarlılık, entelektüel dürüstlük ve konuya ilişkin genel kavrayış içinde yürütülmesini, ısrar etmese de teşvik etmektir.” (BILLINGTON, 1997: 54-55) Eğer görelilik konusu, bir tereddüt yaratıyorsa ya da daha ötesi apaçık sözkonusu ise az önce çözdüğümüzü sandığımız bir soruna yeniden dönüyoruz demektir. Çünkü görelilik, evrenselleşme konusunda en önemli engeli oluşturur. Robertson’a göre, “Aydınlar sınıfının ideolojisi olan postmodernizm ve “yeni pragmatizm” de dahil olmak üzere bir dizi “günahı” örten bir terim olarak görecelik, genellikle kollektif ve bireysel yaşam biçimleri arasındaki keskin kopuklukların doğurduğu sorunları herhangi bir şekilde genelleştirme, “evrenselleştirme” düşüncesine karşı çıkar. Bu perspektif moda deyimlerle, temelcilik karşıtı ya da bütüncülük karşıtıdır.” (1998: 101,102) Bu karşıtlık, en önemli yansımasını günümüzün tüketimci küresel kapitalizmi içerisinde bulur. Çünkü, dünya çapındaki evrenselci arz ile yerel, tikelci talep arasındaki bağlantı çerçevesinde temalaştırılan tikel-evrensel ilişkisi, evrensel etik ilkeler ve bireysel var oluşlar arasında da yansıma bulmaktadır. Öte yandan görelilik konusu da bilimsel bir analizle ele alındığında, kendi alt türlerini belli bir çeşitlilik ve kısmen karmaşa içerisinde sunmaktadır. Peffer, bu açıdan “betimsel, normatif, meta-etik ve meta-değerlendirici” olmak üzere dört kategori belirler. (2001: 270-271) Kategorizasyon güçlüğü uzlaşmacı tavırları da besleyebilir. Ancak bu uzlaşma arayışı yalnızca bir kitleselliğe teslim oluş şeklinde somutlanmamalı ve kritik değerlendirmelere açık olmalıdır. Üstelik zaman sorunsalı insanların farklı devirlerde farklı fikir ve arzular beslemiş olması ile örneklenirse, bunun nedeni, insanların, ihtiyaçlarını karşılamak için, farklı devirlerde farklı tarzda mücadele yürütmüş olmalarına bağlanabilir. Politzer’e göre, evrensel etik ilkeler mümkündür ancak “Böyle bir ahlakı geçerli ahlak yapan nesnel şartlar gerçekleştiği, yani dünya ölçüsünde insanlar arasındaki her türlü çıkar ayrılıkları bir daha geri gelmemek üzere silinip gittiği, bütün sınıflar ortadan kalktığı zamandır ki, ahlak bütün insanlar için aynı olacaktır.” (1979: 201-204) Nitekim etik ilkeler, dini görüşlerin içlerinde, kimi ideolojilerin başat söylemlerinde kapsadıkları yerle, siyasal içerik de taşımaktadırlar. 2 – 2 – 2 – Evrensellik - Kültürelcilik Etik alan “kültürel” bir alandır. Bu nedenle hem kültürelci yaklaşımın sorunlarını hem de “tikelliğin” olumlandığı bir tarih dönemecinde, evrenselliğin olanaklılığını gündeme taşır. Kültür, insanın, bir toplum üyesi olarak edindiği, bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, töre ve tüm diğer yetenek ve alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütündür. Kültürel yapının ortak bir mekan düzleminde tanımlanabilmesi, “milli unsurlar”ın belirlenebilmesi bakımından da önem taşımaktadır. (GÖKA, 1999: 21-31) Nitekim siyaset biliminin ünlü isimlerinden Huntington tarafından tartışmaya açılan ve oldukça ilgi gören “kültürler çatışması” tezinde, medeniyet ve kültürün birbirinin yerine geçebilen özdeş kavramlar gibi kullanılmasını, İnalcık öncelikle terminolojik olarak eleştirir. “Örneğin Türk sosyolojisinin kurucusu Ziya Gökalp için kültür, bir halkın sanat, folklör, örf-ü adet, davranış biçimlerini belirleyen, onun duygu dünyasını kapsayan en asli kimliğidir… Vazgeçilemez, değiştirilemez ve başka bir kültürle bütünleşemez. Buna karşın medeniyet, aklın, bilim ve teknolojinin yarattığı iradi ve yapma bir sistemdir ve medeniyet bir kültürden öbürüne naklolabilir.” (İNALCIK, 1998: 18) Bu ayrılabilirlik tezi günümüzden önce de çok irdelenmiştir. Örneğin Türkiye’nin modernleşme sürecinde “Osmanlı aydınlarının kültürel alanda geleneksel kimliklerini, ahlak değerlerini korumak isterken, Batılılaşmayı maddi hayat ve teknolojiyle sınırlı tutmaya çalışmalarına karşın… Cumhuriyetin bu noktada Osmanlı düşüncesinden önemli bir kopma gerçekleştirdiği” vurgulanmaktadır. (KAHRAMAN/KEYMAN, 1998:70) Gerçekten kültürel yapı karmaşık ve kategorize edilemez unsurlarda oluşur. Castoriadis bu yapıyı “magma” olarak adlandırır. (1993: 21) Bu alanda yoğunlaşan en önemli düşünürlerden olan İmmanuel Wallerstein’a göre, Kültür kavramının kendisi, bizi devasa bir paradoksla karşı karşıya bırakır. Kültürün ancak karşılaştırmalı şekilde değerlendirilmesi olanaklıdır. “Bir yandan, kültür tanım gereği tikelcidir. Kültür, bir bütünden daha küçük olan bir parçanın değerler ya da pratikler dizisidir… Fakat diğer taraftan, varsayımsal olarak evrensel ya da evrenselci bazı ölçütlere gönderme yapmaksızın kültürel değerler ve/veya pratikler meşrulaştırılamaz.” (1998: 121) Hall da kültürel yapının ürünü olarak, kimliğin de benzer ikili yapısının, ancak “öteki” yoluyla var olabileceğini ve bunun oldukça aykırı bir karşıtlıklar kümesi üretimi anlamına geldiğini vurgular. “Kültürel temsil, hayli merkezcidir; kendisinin nerede olduğunu, ne olduğunu bilir ve geri kalan her şeyi buna göre konumlandırır… Bu anlamıyla kimlik daima, kendi olumlusunu sadece olumsuzun dar bakışıyla elde edebilen yapılanmış bir temsildir.” (1998: 41) Bu durumda dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiğimiz ileri sürülebilir. Çünkü kimlik kurgusu, fark nosyonuna dayanır. Wallerstein’ın da vurguladığı gibi bu durum bir “paradigma”dır ve aynı anda “milliyetçilik” gibi bir devi de uyandırabilir. Robertson, Wallerstein’ın bu görüşüne katılmadığını ifade ederek, evrensellik sorununa yalnızca arz-talep pratiği açısından yaklaşmaktadır. “Günümüzün tüketimci küresel kapitalizminin, giderek dünya çapındaki evrenselci arz ile yerel, tikelci talep arasındaki bağlantı çerçevesinde temalaştırılan tikel-evrensel ilişkisinde gözlendiğini” savunmaktadır.” (1998: 102) Robertson’ın etik alana geçerken bu noktada nasıl kalacağı belirsiz ise de devlet kavramının gerilediği yolundaki temel postmodern argümanla uyumludur. Oysa literatürün daha yaygın söylemiyle, bu sonuçlar “çokkültürlülüğün” olumlu evreni ile gerçek bir zenginliğe evrilebilir. Tek bir kültürün değil, bir kültürler yelpazesinin siyasal açıdan dışavurumu, farklılıkların karşılıklı ilişkiler içinde kendilerini gerçekleştirmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. “Liberalizmin üstün/aşağı, iyi/kötü, ileri/geri gibi ölçütleri yeniden gözden geçirmesi ve bütün kültürlerin eşdeğerli olduğu önvarsayımını beraberinde getirmesi” (SAYIN, 1997: 287) önermesinde ise nasıl bir kaynaşma evreni tasarlandığı sorusuna yanıt olacak elimizde çok az araç mevcuttur. Üstelik evrenselcilik karşıtı olmaya eğilim gösteren postmodernizmin, savunduğu politik değerler ile felsefi değerler arasında belli bir gerilim yaşanması yanısıra, hiyerarşinin olmadığı bir farklılığa yönelmesi uzlaşma yerine çatışmayı körükleme potansiyeli de içermektedir. “Evrenselliğe kuşkuyla bakan bir postmodern, ahlaki değerlerin olumsal yerel geleneklerde gömülü olduğunu ve bundan daha fazla bir güce sahip olmadığını bildiren kültürelci tarza inanır.” (EAGLETON, 1999: 135-136) Tartışmanın bu noktasında Eagleton tarafından ileri sürülen eleştirel argümanlar, Bauman tarafından desteklenmekte ve hatta bir adım öteye geçilerek kaçınılmazlık olarak tanımlanmaktadır. Modernliğin çözümlenebilir ve çözüm bekleyen çatışmalar dışında hiçbir çelişkiyi kabul etmemesine karşın postmodern olanın, böyle bir olasılığa inanmadığını belirten Bauman’a göre ise “evrensel olan ve “nesnel temellere dayanan” bir etik, pratik olarak imkansızdır; hatta belki de bir oxymoron, terimlerdeki bir çelişkidir.” (1998: 18,20) Akçam’a göre, herkesin üzerinde anlaştığı bir “evrensel” olmadığından, evrenseli somut olarak tanımladağımız an yeni bir “kültür” elde ederiz. Böylece evrensel olma iddiasını taşıyan, kendisine dahil olmayanı dışlamak veya asimile etmek yoluna gider ve farklılığa kapılarını kapatır. (1995: 131-132) Ayrıca kendi kimlikleri ve mirasları konusunda hak iddia edenler açısından gerçek çatışmanın kültür çatışmasından öte politik çalışmalar olduğu unutulmamalıdır. Avrupamerkezciliğe yönelttiği eleştirileri ile tanınan Samir Amin ise evrensellik ideasını korumaya kararlı görünmektedir: “Fransız devriminin ortaya attığı değerler -Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik- taşıdıkları potansiyeli henüz tüketmemişlerdir ve burjuva demokrasisinin önüne geçerek siyasetin ve iktisatın yönetiminde Demokrasiyi, hak eşitliğinin önüne geçerek Toplumsal Eşitliği, dünya ölçüsündeki kutuplaşmanın önüne geçerek Halkların Eşitliğini sağlamak henüz mümkün olmamıştır. Bütün bunların etik değerler olduğuna hiç kuşku yok; bu da etiğin kaçamak yol kabul etmediğini, çünkü insani varlığın özü olduğunu gösterir.” (1993: 20-21) Amin, eleştirilerini, özgün bir “sosyalist halkçı harekete yönelme” ve “bağlantıyı kesme” önerisi ile tümlüyor. Bütün zaaflarına karşın mevcut evrensel bir kültür bulunduğunu, bu kültüre kendini ifade etme olanağı veren yerel biçimlerin asıl içeriklerini yitirdiklerini, bunları yeniden canlandırmak istemenin trajik bir çıkmaza saplanmak olacağını düşünmektedir. Gerçek akademik vurgusunu orientalist konumu ile sabitlediği göz önüne alındığında Amin’in müdahalesi anlamlıdır. Özetle yeni çağın tüm gelişimleri, etik bir bakış açısı için gereken zemini belirsizleştirmekte ve kullanılan tüm argümanların karşıt unsurunu da içermektedir. 3 – ETİK-DİN İLİŞKİSİ Etik kavramının ahlak ile ilintisinin, ahlakın temellendiği din kavramına bizi götürmesi ise bir başka önemli noktadır. Ahlakın oluşumunda dinin etkisi doğal kabul edilebilirse de dini algıların sabit referanslara dayanması ve buradan hareketle toplumsal ahlakın özeleştirisinin yapılmaması ahlaki yargı ve tutumların toplumun gerisine düşmesine neden olmuştur. “Ahlakın iyiyi ve kötüyü tanımlarken dikkate aldığı ölçü ya da ölçüt büyük ölçüde yaşanan gerçeğe değil, geçmişe uzanan gelenek ve alışkanlıklara dayanır.” (KAYRA, 1997: 275-276) İşte bugün etik kurgulamadan beklenen, bu çerçeveyi kurabilmesidir. Özellikle toplumsal yaşamın farklı değer algılarının bombardımanı altındaki günümüzde, toplumun gelecekteki özlem ve beklentilerini de kapsayabilecek bir açılım büyük önem taşımaktadır. Habermas davranışların en görünür kısmını, “gündelik ahlak bilinci” olarak betimler ve bu bilincin aslında sezgisel boyutunun, toplumsallaşma süreçleri üzerinden, çoğu zaman örtük bir biçimde kuşaktan kuşağa aktarıldığını belirtir. Kuşkusuz kökenleri dinseldir ve bu da normatif tözün akılcı olarak gerekçelendirilmesinin önünde bir engeldir. (1999: 186)(CASTORİADİS, 1993: 246) Buradan hareketle, toplumun din karşısında özerk olmayan bir konumlandırma içinde bulunduğu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla varlık sorunsalını irdeleyen din ile onun toplumsal yansıması olan ahlaki davranış birbirinden tümüyle soyutlanarak irdelenemeyecek kavramlardır. Ancak temel irdeleme noktası bakımından ahlak-din ilişkisinde iki sorun alanı daha bulunmaktadır. Bunlardan birincisi dinsel yaklaşımın da zaman ögesine bağlı olarak değişim geçirmesi ve ikincisi dünya genelinde dini yaklaşımlar açısından da bir “doğu-batı” ikilemini gözetmeden yapılacak tahlilin somut dayanakları olamayacağı gerçeğidir. Ancak tarihsel süreç içerisinde, önce dine yönelik toplumsal tavırda bir değişim yaşandığı gözlenmiştir. Bu konuda aldatıcı yargılara varmamak için süreci doğru takip etmek gerekmektedir. Çünkü bir yanda dinin eski önemini yitirdiği, yargısına destek olacak toplumsal işaretler de vardır; radikal ve güçlü bir şekilde yeniden yükseldiğine ilişkin örnekler de. Arat, 18.yy’ın ahlak yönelişini Tanrıbilimin çöküşü ve böylece dinsel yaptırımların azalan otoritesinin açtığı alanda kurulmasını olumlar. “18.yy’ın ahlakçıları dönemlerinin dinsel geleneğinden ayrılabildikleri için başarılı olmuşlardır. Sınırlı bir alanda kalmaları onlara işlerini daha iyi yapmaları olanağını ve sonuç olarak gelecekteki filozofların kullanmaları için salt ahlaksal veriler ortaya koymuşlardır.” (ARAT, 1987: 77) Benzer çerçevede Freud tarafından dine yöneltilen eleştiri konularından birisi, “Din tarafından ahlakın çok şüpheli bir temele oturtulmasıydı… Ve Freud dinin bir yıkım, bir çöküntü, bir gerileme içinde olduğunu görüyordu. Eğer din ile ahlakın birbirlerine olan bağları koparılmazsa, gelecekte insanlığın tüm değer yargıları tehlikeye düşecektir.” (FROMM, 1991: 28) Billington ise farklı bir açıdan daha radikal yaklaşmakta ve din ve ahlak arasında varolduğu kabul edilen bu olumlu ilişkinin varlığını bile kuşkulu bulmaktadır. Ona göre ahlaklı dindarlar arasındaki bağlantı oldukça rastlantısaldır. (1997: 271) Bir başka radikal “sosyalist” ise Billington ile taban tabana zıt görüşler ileri sürmekte ve “İncil’i bir başka tür Komünist Manifesto” olarak değerlendirirken, İncil’in satır aralarında, insanların kapitalizm hakkında bilmek istediği her şeyin bulunduğunu belirtmektedir. (BAHRO, 1996: 178) Toplumlarda da yaşamın karmaşıklaşan ve çeşitlenen boyutları bir Tanrı inancına gereksinimin yeniden belirginleşmesi sonucunu doğurmuştur. Nitekim uzayan süreç farklı sonuçlara ulaşmakta ve 20.yy.ın sonunda insanlar arasında yeniden bir sabit tutunum noktası arayışı başlamaktaydı. Tanilli’ye göre, “Bir yüzyılın bitip bir yenisinin başladığı bir sırada, “gerçek”, şu iki zıt, Tanrı’nın “ölüm”ü ile “öç alış”ı arasında gidip geliyor... XXI.yy. dinsel inançların çöktüğü değil, tersine yoksul ya da donmuş toplumlarda olduğu kadar, daha zengin ve gelişmiş toplumlarda da hızla artıp çoğaldığı bir yüzyıl olacak.” (TANİLLİ, 2000: 250) Hall, bütün bu soruların sergilediği vurguyu, “tikelciliğin varlığını koruması” olgusuna bağlar. “Yirminci yüzyılın sonunda nasıl olup da insanların hala dindar olduklarını anlayamadık. Kaybolmuş olmalıydı; tikelliğin biçimlerinden biriydi. Yine tikelciliğin eski bir biçimi olan milliyetçiliğin nasıl olup da hala varolduğunu anlayamadık. Tüm bu tikelciliklerin, çoktan modernleşip ortadan kalkması gerekirdi” (1998: 51) Oysa esasen tikel olmanın yalnızlığının, bir “üstün ve her yerde” olana özlem yaratması anlaşılabilir bir duygudur. Minc ise aklın gerilemesine bağladığı gelişimleri komünizmin yıkılışı ile ilişkilendirir. Ortaçağın Hristiyanlık sayesinde bulduğu dayanağa bugün sahip olmadığımız halde, günümüzde yeniden Ortaçağ yaşadığımızı belirterek, bunun korkuları ve dinsel aşırılıkları beslediğini belirtir. (1995: 84-85, 92-93) Ülkemizde yükselen siyasal İslam ve bu görüşün iktidarda sergilediği uzlaşmacı tavır da bu yönelimi desteklemektedir. Tezin ileri bölümlerinde yerel politikalarda görülecek dini dayanışma duygusunun kullanıma sokulması da küresel gelişimlerle uyum içerisindedir. 1993 yılında yayınlanan “Küresel Bir Etiğe Yönelik Bildirge” (ANTES, 1999: 34) bütünleştirici çabalardan biridir. Bildirgenin özü, etik yaklaşım olmaksızın hakların var olamayacağı ve küresel bir düzen için küresel bir etiğe gereksinim olduğunun ilanıdır. Ancak bütünselciliğin zorlu doğası bu kez de din farkları üzerinden ortaya çıkmakta ve sadece iyi niyetin yetmediği hususları sergilemektedir. Bilimde ortaya çıkan Doğu-Batı Medeniyeti farklılaşmasına dair yorumlar, dini yaklaşımlarca da evrensel bir değer birliği yaratılamamasında rol oynamaktadır. Tam da bu noktada din yaklaşımının kendi içinde farklılaşması, toplum yaşamına yansıtılan sonuçları bakımından da fark yaratmıştır. “Toplumsal biçim olarak din ile metafizik ihtiyacının ifadesi olarak din” arasında ayırım yapmayan Aydınlanmacıların burjuva düşüncesini eleştiren Samir Amin’e göre de, “Din olgusunun çifte boyutu, dinlerin toplumsal gelişmeye uyarlanmak için kendilerini yeniden yorumlama gücüne potansiyel olarak sahip bulunmalarıyla, dolayısıyla kapitalist ideolojinin metafiziğin üstünlüğüne son vermesine rağmen ayakta kalmalarıyla açıklanır.” (1993: 15) Amin Hristiyanlığın bunu başardığını ve özgürleşme teolojisinden yararlanarak ikinci devrimini gerçekleştirmeye çalıştığını, İslamiyetin ise, Müslüman dünyasının toplumsal güçlerinin olgunlaşmamış olması yüzünden bunu başaramadığını düşünmektedir. Ancak farklılığın bu tarzda bir hiyerarşi şeklinde ifadelendirilmesi, doğu ve batı kavramsallaştırmalarının, din dışı diğer alanlara da yayılarak derinleşmesine yol açtı. “1920’li yılların sonlarına doğru yazdığı Doğu ve Batı adlı kitapta Rene Guenon,… şöyle diyordu: “Batılıların sadece tek tip bir insanlık düşüncesinde ısrar ettikçe ve gelişme dereceleri muhtelif tek bir “medeniyet” olduğunu varsaydıkça bir uzlaşmaya varılamaz.” (ARMAĞAN, 1998: 81) Öte yandan doğu-batı konumlanmasındaki yer bakımından da tartışma açılabilmektedir. Örneğin bir görüşe göre, “Ortadoğu, en az Batı Avrupa kadar “Batılı”dır. İslamiyet, bir Batı dinidir.” (ALATLI, 1998: 86-87) Oysa Doğulu dinler de kendi aralarında yaklaşım farklarına sahiptirler. Zaten din ve mezhep savaşları ve günümüze kadar süren uzantıları da bunun bir göstergesi değil midir? Hatta aynı doğu toplumu, farklı doğu dinlerine aynı anda ilgi göstermektedir. Çin bu anlamda en önemli örnektir. “Çinliler hiçbir zaman tek bir felsefeye tutsak olmadılar. Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve Budacılık kişiliğin farklı cephelerine hitap ediyordu, Çinliler de bunları birbiriyle harmanlayabiliyorlardı.” (ZEDLİN, 2000:435) Doğuda akıl, felsefi süreçlerin içinde yalnızca insani özelliklerden biri olarak kabul edilir ve sezgi, duygulanım ve içgörü gibi duyular, bir görüş açısı oluşturma ya da nasıl davranacağına karar verme sürecinde. aklın eşit ortakları olarak görülürler. Bütün bu olgular, aslında hem genel olarak din kavramının sosyal hayattan geriye çekilmesinde hem de ekonominin genel yasalarının yayılımıyla kısmen gerilemiştir. Ancak yine de özde var olan bir geleneksel tortudan sözetmek mümkündür. Bugün önce din gereksinimin vurgulanıp, daha sonra da daha birleştirici bir görüş geliştirme çabaları sürmektedir. Medeniyetler çatışması ya da birleşmesi anlamında olsun etik içerik taşıyan tüm yeni söylemler, bu tür bir ima içermektedirler. Bahro’ya göre de, insan gelişiminin ulaştığı nokta, artık insanın kendini dışsal nesnelerle değil, içsel bir niteliklileşmeyle değerlendirmesini gerektiriyor.(1989:136) Bunun da kaynakları Doğu Dinlerinde bulunmakta. Aynı dönemler Marksist kökenli bazı düşünürlerin bile zen budizm öğretilerini incelediği dönem olmuştur. Örneğin Eric Fromm, psikanaliz ve zen budizmi aynı potada harmanlayan bir düşünsel düzleme parmak basmaktadır. Zen budizmin psikanalize kazandırabileceği yeni boyutları düşünen Fromm, “bunlardan birincisi ne kadar doğu düşüncesinin özelliklerini yansıtıyorsa öteki de o kadar Batınınkileri yansıtıyor. Zen Budizm, Hintlinin akılcı ve soyut düşünce biçimiyle Çinlinin somuta ve gerçekçiliğe dönük zihin yapısının bir karışımı…Psikanaliz ise Batı’nın insancılık ve akılcılığıyla, 19.yyın akılcılıktan bir kaçış özlemiyle doğaüstü karanlık güçlerin peşinde bir romantik arayış içinde oluşunun ürünü…” (1997: 13) demekte ama insanın yaradılışı ve ruh sağlığı boyutlarının onları birleştirilebilir kıldığına inanmaktadır. Bütün bu dayanak noktaları, doğa karşısındaki tavır alış bakımından önemlidir ve dolayısıyla çevresel bir etik tavrın temellerini de belirginleştirmektedir. Amin, Aydınlanmacı Avrupa felsefesinin, insan ile doğa arasında kurduğu karşıtlık nedeniyle “mutlak bir Hinduculuk muhalifi” (1993: 92) olduğunu ileri sürer. Feyerabend bu açıdan Budizmin ilkelere dayalı düşünme ve eyleme yoluyla yaratılan acı ve parçalanmışlıktan uzak durmak üzerine kurulu olduğunu belirtir. “Budistler arasındaki bir görüşe göre insan acıdan kaçınmak ister, düşünce ve düşünceye dayalı amaçlı eylem acının ana nedenleridir, mutad amaçlar kaldırıldığı zaman acı da son bulacaktır. Hopi yaratılış düşüncesi insanı aslen doğayla uyum içinde bir varlık olarak resmeder.” (1995: 364-365) Bugün doğanın da insan eliyle değişime uğradığı anımsandığında, düşünceden tümüyle arınmış bir eylemsizlik hali olanaklı değilse de insanların, uyum ihtiyacı ve kapasiteleri ile kendilerini kavramsal düşüncenin hücrelerine zincirlemeden hayatlarını sevgi ve sezgisel anlayış üzerine kurmaları beklenebilir. Ünlü Japon düşünürü Umehara, doğulu ve batılı dinler arasındaki farklılığı tektanrıcılık ve çoktanrıcılık ayrımına dayandırırken, çoktanrıcılık yaklaşımları ile postmodern yaklaşım arasında da bir bağ kurmaktadır. “Postmodernist dünya görüşünün temel ilkeleri, biradalık ve döngüselliktir: biraradalık, kişinin bencil çıkarlarından değil, diğerleriyle ilişkilerinden doğan bir etiktir; döngüsellikte, sürekli doğuma, varlığın füzyonuna ve ebedi tekrarlanışa inancın kuşaktan kuşağa geçen etiğidir… Çoktanrıcı kişi, dağları, ırmakları Tanrı olarak görürken, tektanrıcı bir tek aşkın tanrıya inanmaktadır, dağların, ırmakların tanrılarını reddetmektedir, o zaman doğayı sömürmekte serbest kalmaktadır… Biraradalık ilkesi, insanlarla diğer canlılar arasındaki durum açısından da gerekli bir etiktir.” (1999: 212-214) Bu dinsel yaklaşımın çevre etiği alanında yansıma bulduğu ve birçok Batılı filozofca benimsendiği de unutulmamalıdır. Bütün bunlara karşın sonuç olarak yeni bir etik temelin arandığı günümüzde, dinsel temaların da yeterince yol gösterici ve birleştirici ilkeler üretmedikleri belirtilmelidir. 4 – ETİK, HUKUK VE ADALET İLİŞKİSİ Etik yaklaşımları sorgulamak için değinilmesi gereken bir diğer alan da hukuk ve adalet alanlarının etik yapı için sunabilecekleri davranışsal altyapının irdelenmesidir. Yeni dönemin farklılaştırdığı bir başka alan ise hukuk ve adalet sistem ve kuramsallaştırmalarıdır. Oysa özellikle çevre sorunları bağlamında görece yeni bir kurumsallaşmanın yaşandığı bu alana, çevreciler büyük umut bağlamışlardı. Bugün bu alanda adım atmanın pratik uygulayım koşulları, artık eskisi kadar gündemde yer bulamamakta ve hak nosyonundan çok, etik yaklaşımı olumlayan yeni bir bakış açısı, “ivedi ve kaçınılmaz” damgasıyla önümüze sürülmektedir. 4 – 1 – Hukuk Kuşkusuz çevre hukukunun konusu, müşteki ve mağdurunun belirlenmesi; yarar, adalet, hakkaniyet gibi kavramlarla çizilen alanın somutlanabilmesi ve yaptırım ve uygulama kriterlerinde evrensel uzlaşma koşullarının yaratılması gibi konuların, çok boyutlu, çok taraflı ve çok zorlu konular olduğu da gözardı edilemez. Sorunun başlangıç noktasını, çevre hakkının, bir insan hakkı olmasından hareketle, insan hakları alanında yaşanan gelişimlerde aramak kaçınılmaz görünmektedir. İnsan hakları hukuk devletinin temel ilgi alanı olup, haklar ile ahlaki yaklaşımlar arasındaki bağ bu metinlerde belirginleşmektedir. “Hukuk devletinin kaplamını ahlak ilkelerinden kaynaklanan ya da en azından, ahlak ilkelerine ters düşmeyen yasalar oluşturur. Hukuk devleti ile ahlak arasında örtüşme vardır… Her ne kadar haklar, klasik ahlak felsefesinden, normatif, kurallar koyan ahlak felsefesinden kaynaklanmış ise de günümüzde daha çok uygulamalı ahlak felsefesi disiplinine giriyor.” (DAVRAN, 1991: 21, 24) Ancak insan hakları belgelerinin yaygınlaşması ve ayrıntılandırılarak daha çok alanı düzenleyici duruma gelmesine karşın, hak ihlallerinin dünya üzerinde hala sürdüğünü gözlemliyoruz. İlk kaleme alınan belge yani İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi mevcut belgeler arasında en iyi oluşturulmuş belgedir ve insan türüne ait genel ilkeler ya da talepler içermektedir. Ancak Kuçuradi’ye göre, ilk belgenin evrensellik kaygısı, sonraki belgelerde ayrıntılarda yitirilmiş ve sonuçta “değişken normlar”dan sözedilir olmuştur. (1999: 71-73) Kuçuradi yeni belgelerden “Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” ile “Gelişme Hakkı Bildirgesi”ne getirdiği eleştirilerle de bu savını örneklendirmektedir. Dolayısıyla hukukun içerimlediği hak nosyonunun karmaşık yapısı, nihai amaç olarak görülen adalet konusunda da sorun üretmektedir. Oysa hukuk da ahlak da, yaşanılan ilişkiler arasında adaleti amaçlar. “Toplumsal yaşamı vatandaşlık alanında düzenleyen hukuk kuralları ile vatandaş olsun olmasın özneler arası ilişkileri bütün görünümleriyle bir arada kuşatıp düzenlemeyi amaçlayan ahlak kuralları arasındaki ortak kavramlardan biri, adalet kavramıdır…” (ATICI, 1997: 328, 332-333) Hukuk kuralları düzenlendiği alan bakımından mutlak alanda kurulmaktadır -farklılık için ülke sınırları bir ölçek olabilir- ancak ahlak kuralları daha göreceli bir alanda kurulabilmekte ve aynı ülkede, bölgelere ya da toplumlara göre farklılaşabilmektedir. Bugün çevre hakkı her ne kadar önce hukuksal metinlerde aranmakta ise de ekonomik yapılanmanın temel tüm düzenlemeleri hukuksal alanın diğer bölümlerinde bulunduğundan, bu bölümlerle de ilgi kurmak mümkündür. Gerçekte ekonomik yapılanmalar, hukuksal işlemleri çoğu zaman pek de olumlamamakta ve kimi zaman serbest olmalarını engelleyici, maliyetli ve geciken bir sistem olarak algıladıklarından, çoğu zaman insan ve doğa karşıtı sonuçlar yaratabilirler. Fukuyama da hukuki işlemi bir maliyet unsuru olarak kısmen olumsuzlamakta ve onun yerine bu maliyeti düşüren bir güven ilişkisi önermektedir. “Sosyal sermaye” olarak adlandırdığı bu gelir, aralarındaki yerleşmiş ahlaki uzlaşma çerçevesinde, güven duygusu ile şekillenir. Aksi takdirde güven maliyetli yöntemlerle kurulur. “Birbirlerine güvenmeyen insanlar, en nihayetinde kendilerini yalnızca müzakereye, anlaşmaya ve dava etmeye iten bir formel kurallar ve düzenlemeler sistemi altında birbirleriyle işbirliği yapabildikleri bir toplumda bulacaklardır… Toplumdaki güvenin yerini alan bu yasal aygıt, ekonomistlerin “işlem maliyeti” diye adlandırdıkları unsuru kapsar.” (1998: 37-39) Dolayısıyla toplumdaki yaygın güvensizlik, işlem maliyetine bir tür vergi olarak eklenir. Kongar’ın çalışması ise gelişmişlikle ilişkilendirilmeden, güven sorunun Türkiye gibi ülkeler için de geçerli olduğunu sergilemektedir. “1990 Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre, Türkiye birbirine güven açısından en dipteki iki ülkeden biri olarak ortaya çıkmıştı. 1997 sonuçlarına göre durum daha da vahimleşti. Araştırmanın sonuçlarına göre, 1991’de Türkiye’de insanları güvenilir bulanların oranı %10 iken, bu oran 1997’de %6.6’ya düşüyor. Aynı oran ABD’de %36, İsveç’de %60, Japonya’da %42, Çin’de %52. Sadece Filipinler %6 ile Türkiye düzeyinde.” (1998: 691) Bunun altyapısı, hukuk, eğitim, vb pek çok gereksinimde yatmaktadır. Etik de bu alanlardandır. 4 – 2 – Adalet Hukuk-ahlak arasındaki ilişkiyi en kolay somutlayan alan adalettir. “Hakedene hakkı olanı vermek” adalet nosyonunun genel tanımıdır. Bu davranış aynı zamanda ahlakın içinde yer alan iyi bir şeydir. “Hukukla ahlakın temelinde “olması gereken”ler olarak değerlendirebileceğimiz “mutlak iyi” ve “adalet” değerleri ideal anlamda objektifleştirici kriterlerdir… Çünkü “Adalete uygun davranma ahlaki bir davranıştır. Ancak diğer ahlaki değerlere oranla adaleti “asgari etik” olarak tanımlayabiliriz.” (IŞIKTAÇ, 2000: 3) Aralarında bir hiyerarşi aramak gerekirse, ahlak, “mutlak iyi”nin gerçekleştirilmesi istemi olarak kendimize karşı olanlardan, çevreye karşı olanlara kadar daha geniş bir alana gereksinir. Haklara ilişkin teorilerin incelenmesinde adaletin yeri de oldukça tartışmalıdır. Örneğin Rawls’a dayandırılan bazı görüşlere göre, adaletin sağlanması çoğu zaman sosyal şartlarla ilişkilidir bu da ekonomik ve kültürel farklılıklara açıktır. “Rawls adaletin şartlarını, objektif ve subjektif şartlar olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Objektif şart, ılımlı kıtlık şartıdır; …Subjektif şart ise kişilerin ve birliklerin birbirine zıt dini, felsefi ve ahlaki anlayışa sahip olmalarını da içermektedir… Bu dengenin bulunması yani adaletin sağlanması da sosyal şartlara bağlıdır.” (ÖZKÖK, 2000: 21) “Rawls, adaletin toplumsal kurumların ilk erdemi oluşu betimlemesiyle başlar ve “denkserlik olarak adalet” diye adlandırdığı kavrama ulaşır.” (GOROWITZ, 1981: 267-279) Bu görüşlerden de belirginleştiği üzere, Rawls’a göre, hakkaniyet ve adalet kavramları birbirinden farklıdır. Rawls’ın toplumsal adalet teorisine getirilen itirazların birçoğunun Marksistler ve sol eğilimli yazarlar tarafından ortaya atılmış olmasına karşın, çoğunun yersiz olduğunu, anlamlı olanların Rawls’ın teorik çerçevesiyle uyumlu olabileceğini öne süren Peffer ise Rawls’ın teorisinin bir ölçüde değişik bir versiyonunun, yeterli bir Marksist ahlak ve toplum teorisinin ahlaki bileşeni olarak gayet iyi hizmet edebileceğini düşünmektedir. (2001: 360,410) Oysa adalet ve hatta hakkaniyet kavramlarının üzerinde yükseleceği hukuk alanında, modernliğin bir sonucu olarak, derin kayma ve farklılaşmalar yaşanmaktadır. Dünyanın sanayileşmesiyle kişisel özgürlük ve kamu alanıyla özel yaşam arasındaki dengeyi koruyabilecek bir hukuk devletinin galip geleceğine ilişkin inancımızın kaybolduğunu vurgulayan Tourraine, modernliğin kriziyle birlikte adalet dizgesinin de gerçekliğini yitirdiğini ileri sürer. “Modernlik şu iki ayağı üzerinde sağlam durabilmiştir: Ussallaşma ve ahlaki bireycilik. Bunu sağlayan güç de ulusal hukuk devletidir… ulus-devletin bünyesinde, doğanın ve öznenin birbirinden ayrılmasıyla ekonomik kalkınma ve ahlaki bireyciliğin birbiriyle birleşmesi bağdaştığı sürece gelişmiştir modernleşme. Toplumun kendi üzerindeki denetiminin azalmaya başlamasıyla, …moderndışılaşmaya dönüşmüştür.” (2000: 40, 65-68) Hardt ve Negri de Tourraine’e katılarak artık ne ulusal ne de uluslararası hukuk normları kalmayacağını belirtirler. “İmparatorluğa geçişle birlikte ne …yeni politika biliminin kuralları, ne İnsan Hakları ne de uluslararası kamu hukuku normları kalır. İmparatorluk kendi yasalarını dayatır ve hareketli, akışkan ve yerelleştirilmiş işlemler aracılığıyla, bir postmodern hak ve postmodern hukuk modeline göre barışı sağlar.” (2001:360-361) Bu model bizim için bir ezber bozmadır. Çünkü bize göre sorun, paylaşımdadır ve paylaşım kavramı adalet ideali ile temellenir. Adalet kavramı, özellikle doğadan yararlanmada kuşaklararası adaleti ve gelecek kuşakları da gözetme ilkesi çerçevesinde çevreci felsefenin de önemli konularındandır. “Adalet, paylaşma gereksiniminin fark edilmesiyle başlar. En eski yasa paylaşmayı düzenleyendir; bugün hala en önemli yasa budur ve odağında faaliyet gösteren insan cemaatini ve genel olarak da insanın varoluşunu taşıyan bütün hareketlerin temel ilgi alanı olarak kalmıştır.” (CANETTI, 1998: 189) Rawls’un hukuk literatürüne getirdiğiyenilik de buradadır. Toplumsal eşitsizliğin yoksullaşma faktöründen bağımsız olarak yükselmesi, eşitlik kavramında yeni bir açılıma gereksinim bulunduğunu açıkça sergilemektedir. Bütün bu tartışmalı olgu alanları, insanların daha etik ilkelere dayalı bir düzen aradıkları gerçeğini değiştirmemektedir. Çevre de dahil olmak üzere, etik kaygılar, somut çevresel ve toplumsal aşınmalardan beslenmektedir. Özellikle çevresel duyarlığın, çoğu zaman duygu dünyalarına hitap ediyor olması, bu argümanın kullanıcıları tarafndan önemsenmekte ve en azından söylem dünyamızda, etik vurgusu giderek daha yaygın olarak yer bulmaktadır. Özetle “yeni bir şeyler söylemek lazım” olduğu konusunda varolan uzlaşma, söylemlerin belirginleştiği alanda sağlanamamakta; söylem benzeşmeleri bir veri olarak alındığında ise amaç farklılıkları görünür hale gelmektedir. “Ulaştığımız sonuçlar, sorunun kavramsal temelini kurgulamanın güçlüğünü sergilemekle birlikte, kesinlikle amacımız önyargısal bir olmazlama ya da olumsuzlama değildir. Sadece etik alanda yüzeysel bir öneriler demeti sergilemenin ne kadar içeriksiz ve belki de ulaşacağı yan yollar akımından tehlikeli olduğuna işaret etmektir. Bir diğer önemli boyut ise etik yaklaşımın dolduracağı bu alanı, hangi sosyolojik yapılanmaların zayıflaması ya da biçim değiştirmesinin boşalttığını doğru algılayabilmektir. Böylece bir destek ya da direnç hareketi geliştirmenin önemi ve önceliği daha belirgin duruma gelebilir.” (FIRAT, 2003: 142) II - ÇEVRESEL ETİK, HUKUK VE EYLEM (Yaklaşımlar-Politikalar) 1 – ÇEVRE ETİĞİ KONUSUNDA KURAMSAL GELİŞME VE TARTIŞMALAR 1 – 1 – Çevre Etiği Yaklaşımının Genel Çerçevesi Çevre sorunları konusundaki kuramsal gelişmeler, insan-doğa ilişkisinin sorgulanmaya başladığı döneme kadar götürülür. Zamanla çevre bilincinin ve duyarlığının gelişmesi ile yeni açılımlar kazanmıştır. Biraz zorlama bir yaklaşımla çevre etiğinin kökenleri Antik Yunan felsefecilerine kadar götürülebilir. Çevresel hareketin yeni sayılabilir bir akım olduğu düşüncesiyle bu yargıya karşı çıkılabilirse de, insanın doğayı gözönüne alarak, doğaya uygun yaşaması düşüncesi, insanlığın ilk dönemlerinden itibaren ifadesini bulmaktadır. Gerekçeleri de aşağı yukarı aynıdır. Aşırı zenginlikten kaçınma, doğal olana yaklaşma ve doğaya uymayan bir davranışla başka insanlara zarar vermekten korunma gibi. “Aristoteles, yeryüzündeki yetkin olmayan varlıkların bir hiyerarşik düzen içinde bulunduklarını belirtir… Bu hiyerarşik düzende her varlık dünyasının konumu, bir başka varlık dünyasına göre belirlenir. Örneğin bir hayvan, insan için bir araç, bitki için bir amaçtır.” (AĞAOĞULLARI,1994: 307-309) İleride bölümlerde açıklanacağı üzere canlıların değerlerini ve yaşamlarına müdahaleyi o canlının acı çekmesine ve dolayısıyla etik alandaki yerine bağlayacak görüşler bulunmaktadır. Ernest Partrige’in “Çevresel Etik Konuları” isimli makalesinde özetlendiği üzere, “Çevre etiğine ilişkin bireyci yaklaşımlar, ilkönce insanlara (antroposentrizm), sonra hayvanlara (animal liberation) ve sonra tüm canlı organizmalara (biocentrizm) yönelmiştir ve şu anda bütüncül (holistic, contextual) bir içerik taşımaktadır.” (http://gadfly.igc.org/e-ethics/ee-topic.htm) Bugün ekoloji ile ilgili bir başka kavram ise ekoloji teriminin başına Yunanca “paleo” (eski) sözcüğü getirilerek oluşturulan “Paleoekoloji” kavramıdır. İnsan-çevre ilişkisinin insanlık tarihi bakımından en önemli ilişki sistematiğini oluşturması, ekoloji incelemelerini de önemli kılmaktadır. (ÇELEBİ, 1997: 31, 35) Paleoekoloji kavramı, adından da anlaşılacağı üzere, ekolojik ilkelerin geçmiş dönemler için uygulanarak yorumlanmasıdır. Etik değer kavramı ile temellenir. Ancak değer belirlenirken çevre kavramının nasıl tanımlandığı önem kazanır. Çevre insanı merkeze alan ve onun dışında kalan bir unsur olarak tanımlanmakta ise “insan merkezci” bir değer kuramından hareket ediliyor demektir. Tersine çevre, biyosferi ya da canlı organizmaları ifade ediyorsa o takdirde, “biyomerkezci” bir değer kuramı sözkonusudur. Aşağıda bu konudaki araştırmalarda verilen kategoriler değerlendirilmekte ise de zaman zaman yeterince anlamlı görünmeyen ayırım noktalarına rastlanabildiğinden bu ikili ayırım tercih edilebilir görünmektedir. İnsanmerkezcilik insanı başkalarına olan yararından bağımsız olarak, kendi başına ve kendiliğinden değerli tek varlık olarak görür. Çeşitli dinler ve düşünürler insanın bazı özelliklerine dayanarak bu görüşü ileri sürmektedirler. Eğer çevre, yani insan dışındaki varlıklar korunacaksa, bu ancak insanların iyiliği, gelecek kuşaklar veya yaşam refahı içindir. Dinsel ve laik ahlak anlayışlarının çoğunluğu insanmerkezcidir. Çevre etiği çalışmalarının en önemli isimlerinden biri Aldo Leopold’dur (1887-1948). Mesleği ormancılık olan Leopold, felsefeye ilgi duymuş ve ekolojik bulguları çevre etiğine uygulamıştır. Ölümünden bir yıl sonra basılan “Sand County Almanac” adlı kitabının bir bölümünü oluşturan “çevre etiği” adlı uzun makalesinde, batı kültüründe biri kişiler, diğeri ise kişi ile toplum arasında olmak üzere, iki çeşit etik düzeni olduğunu ancak üçüncü bir etik düzenine gerek olduğunu belirtir. “Çevre etiği, klasik etik düzeninin sınırları genişletilerek toprak, su, bitki ve hayvanları kısacası bütün çevreyi içine almalıdır.” (TONT, 1996: 19) Leopold’un insanları, çevre ile ilgili sorunları düşündürmeye yöneltme çabası bir etik tutum davetidir ve daha sonra çeşitli düşünürleri, bu noktadan hareket etmek suretiyle hangi somut adımlar atılabileceği konusunda düşünmeye itmiştir. Leopold’un toprağa yönelik bu dikkat çekişinden hareketle, Dubos, “yerin ruhu” kavramını oluşturur ve insanlığın tarihin her döneminde yere bir önem atfettiğini, hatta tanrılarıa atfettikleri değerlerin bu doğa güçlerini simgelediğini belirterek, yerlerin ruhunun korunması gereğine dikkat çeker. “Bir yerin ruhu fiziksel, biyolojik, sosyal ve tarihsel güçlerinin o bölgenin özgünlüğünü oluşturmaktadır… İnsanlar her zaman doğaya bir şey ekleyerek onu değiştirirler. Bu müdahaleler sadece o yerin ruhuna saygı duyulması halinde başarılı olur.”(http://nature.berkeley.edu/forestry/old_files/lectures/albright/1970dubos.html) Bu görüş günümüzde, -belki Dubos’un amaçladığı “ruh” kavramıyla doğrudan ilintilendirilmeden- kentsel ve tarihi koruma politikalarının da temel prensibini oluşturmaktadır. “Leopold’un “yerküre ahlakı” diye adlandırılan görüşüne göre, insanların donandıkları ahlaklar, onların manevi duygularına kök salmışlardır ve bireyleri topluluklar içinde birleşmeye kadar götürmüşlerdir.” (TANİLLİ, 2000: 30) Ancak Bookchin, Leopold’un görüşlerinin ilkel dönemlere bir övgü içerecek şekilde kullanılmasını anlamlı bulmuyor ve o dönemin yaklaşımını etik bir sorgulamaya tabi tutuyor: “Mistik ekolojistler Aldo Leopold’un “insan ayrı değil” cümleciğini en aşırı sonucuna götürerek –birçok “biyomerkezci”nin istediği gibi “pleistosene geri dönerek”- ilk doğayla tam bir bütünleşme çağrısında bulunuyorlar. Ama bu çağrılar bize bir sürü can sıkıcı sorun getiriyor.” (1994: 51, 52) Bookchin burada paleolitik çağın insanının av geleneğini örnek olarak vermekte ve buradan -kendi terimiyle- “mistik ekolojistlerin” o döneme yönelttikleri övgüyü sert şekilde eleştirmektedir. Bütün bu itirazlara karşın Leopold’un çevresel bir ahlak konusundaki diğer düşünürler arasındaki yerinin daha özel ve daha önemli olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Sağlam bir düşünsel temele dayanan savları, hem bilimsel ilgiyi hem de kamusal çıkar adına eyleme geçebilecek toplumsal aktörleri etkilemiştir. 1 – 2 – Derin Ekoloji Etik yaklaşımlar arasında en önemli hareketlerden biri de derin ekoloji akımı olmuştur. Ekolojik görüşler içerisinde felsefi bakımdan en gelişmiş akımdır. Derin Ekoloji adının ve hareketinin temel ilkelerini Norveçli filozof ve doğacı Arne Naess ortaya koyar. 1973’de yazdığı bir makalesinin adı, “The Shallow and the Deep:Long Range Ecology Movement: A Summary” (Sığ ve Derin: Uzun Vadeli Ekoloji Hareketi: Bir Özet)tir. Derin ekolojistler ilkelerini saptarken, kapitalizm öncesi kentleşmemiş toplumların “antik hakikatler”inden, Hristiyan Francescoculuğundan, Haiddeger’in felsefesinden, Batıdaki süreç felsefelerinden, Avrupa romantizminden, Amerikan aşkıncılığından, beatniklerin dünya görüşlerinden, karşı kültür hareketinden, Leopold’un toprak etiğinden, Taoculuk, Budizm gibi dinlerden, Amerikan kızılderili kültüründen yararlanırlar. “Leopold ve onun takipçilerine (Holmes Rolston and Baird Callicott) göre, felsefe gibi doğa etiği de birbirine bütün unsurlarıyla bağlıdır…Bu pozisyon, bizi “Gaia-centrizm”e ulaştırmıştır.” (http://gadfly.igc.org/e-ethics/ee-topic.htm) Nitekim Fritjof Capra, derin ekolojiyi, derin olmayan ekoloji ile karşılaştırmak suretiyle yaptığı tanımda, “derin olmayan ekolojide insanın doğanın dışında konumlandırıldığını, ancak derin ekolojinin, değişik objelerin bir toplamı olmadığını ve her şeyin bir ağ içinde oluştuğuna ilişkin bir konsept olduğuna” dikkat çeker. (http://www.heureka.clara.net/gaia/deep-eco.htm) Eugene Bianchi, genellikle Hristiyanlık üzerine olup, Budizm ve Taoizme de çeşitli referanslarda bulunduğu çalışmasında, “Çoğu din adamının, artık dini daha ekolojik bir açıdan anlamanın savunucusu olduğunu, ancak bu çalışmaların henüz tam bir sonuca varmadığını” belirtmek suretiyle; global ısınma, nüfus artışı, havanın kirlenmesi gibi sorunlara karşı İncil’deki 10 emre benzer 10 çevre emri hazırlamıştır. (http://www.religion.emory.edu/faculty/bianchi/kohntalk.htm) Bu hareketin sözcülerine göre, “Hem ekonomik gereksinim hem de Taocu bir gereksinim sonucu seçilen sade yaşam, insanı üstün bir bilinçlenmeye götürebilmektedir… Böyle bir “yeni ufuk” belirmesi için önce, İnsanın kendi potansiyelini gerçekleştirmesi, sonra insanın kendinde bir ekolojik, (çevrebilimsel) aktöre geliştirmesi gerekir. Birincisi için insanın toplumdan destek görmesi gerekir. İkincisi için insanlığın temel birliği gözönünde tutulmalıdır.” (ELGİN, 1994: 76) Burada ekonomik gereksinim vurgusu da önemlidir. Hareket, düşünsel gelişime büyük önem vermekle birlikte, endüstriyel dönemin bol ve ucuz kaynak temelinin sarsılması da oluşuma ivme kazandıran bir unsurdur. Bir diğer görüşe göre, evren algısına ilişkin aşamaların en üst düzeyi olan günümüz koşulları, yeni bir evren anlayışını dayatmaktadır. “Doğal bilimlerde çeşitli yeni paradigmatik geçişler saptanabilir. Kantitatif, mekanik fiziksel süreçler, modellerini geliştirerek kendini gösteren Newton, Galileo ve Descartes’ın “mekanistik felsefe”si, üçyüz yıl içerisinde, evreni yanlış biçimde, ilk başta kendisini açıklamak üzere geliştirilen analojik modellerle özdeşleştiren bir mekanomorfik dünya görüşüne dönüşmüştür. Şimdi de bu mekanistik dünya görüşü, yerini, kainatı evrimsel bir süreç olarak kabul eden organizmik görüşe bırakmaktadır.” (METZNER: 1994, 27) Naess tarafından, derin ekolojinin, “yüzeysel ekolojzm” olarak nitelediği, günümüz çevre hareketlerinden farklı olduğu görüşü çerçevesinde; bu farklılık, “ekolojik benliğimizi bulmak”la somutluğa ulaşacaktır. “Naes’den sonra derin ekoloji düşüncesine en çok katkı sağlayanlar, ABD’li bilim adamları Devall ve Sessions olmuştur. Yapıtlarında yaşanılan ekolojik krizin, insanların bilinç ve algılama düzeylerindeki krizin bir yansıması olduğunu ve bunun ancak doğayı ve doğal değerleri algılayış biçimlerinde yapılacak köklü değişikliklerle aşılabileceğini belirtmişlerdir.” (DEMİRER ve ark., 1997: 116) Derin ekolojistlere göre, doğayı oluşturan tüm etmenler; salt var oluşları ile bir değere sahiptirler ve bu nedenle geleneksel çevreciliğin yarar ilkesini reddederler. Bu görüşün temel dayanağı, “evrenin organizmik bir varlık olduğu” şeklinde tarif edilebilir. Buna “Gaia yaklaşımı” adı verilmktedir. Gaia Yunancada, Yerana’nın veya Yer Tanrıçası’nın adıydı. Gaia varsayımı düşüncesinde, dünyamız rastgele biraraya gelmiş yaşam biçimleri topluluğu olarak değil, kendi kendini idare eden koskoca bir organizma olarak görülmektedir. “Yerküremizdeki atmosferin çok büyük miktarda oksijen ve metan gazı ihtiva ettiği, yıllık milyarlarca ton tutan bu gazların birbirine etki eden gazlar olmasına karşın, sürekli dengede bulunmaları biyolojik bir düzenlemeyi açıklamaktaydı. Yerküre, 3.5 milyar yıl önce yaşam ürettiği zaman, güneş bugünkü enerjisinden %25 daha az enerji üretiyordu. O halde neden bugün sıcaktan kaynamıyoruz, ya da neden o dönemde gezegen donmamıştı?” (WEST, 1994: 113-120) Lovelock 1979’da “Gaia:Yerküredeki Yaşama Yeni Bir Bakış”, 1988’de “Gaia Çağı” kitabını yayınladı ve görüşleri kısa sürede yayıldı. James Lavelock tarafından ileri sürülen “Gaia Hipotezi”ne göre, gezegenimizin “tek bir organizmanın, dahası yaşayan bir canlının davranışlarını sergilediği” noktasından hareket eden Gıddens, bu görüşün analitik ayrıntılarıyla geliştirilmesi sonucunda, “gezegensel koruma için bitkilerin dağınık biçimde büyüdüğü bir bahçeyi düzenlemekten çok, bir kişinin sağlığını korumaya benzeyebilen belirli içerimleri olacağına” işaret eder. (1998: 164) Gerçekten de bu organik bütünlük ve tek bir yapının parçası olma bilinci, sarsıcı olduğu kadar harekete geçilmesini tetikleyebilecek bir baskı potansiyeline sahiptir. Derin ekoloji akımının temel taşlarından birini de Thoreau’nun yaşam felsefesi oluşturur. Thoreau’nun doğa tarihi edebiyatında ve çevrecilik tarihinde özel bir yeri vardır. Thoreau, ‘milli park’ kavramını da ilk ortaya atan çevrecidir. “Harward’dan aldığı diplomanın koyun derisi üzerine basıldığını fark edince, “Keşke her koyun kendi derisine sahip çıksa” diyerek bu eleştirel tavrını sergiler… para hırsının nasıl gerçek değerleri altüst ettiğini şu örnekle okuyucuya yansıtır: “Eğer bir insan günün yarısını çok sevdiği koruluklarda dolaşarak geçirirse, kendisinin bir serseri yerine konması tehlikesi ile karşı karşıyadır; ama aynı adam bütün gününü spekülasyon yaparak geçirir ve ağaçları köklerinden kazıyıp doğayı bir kele benzetirse, o zaman çalışkan ve müteşebbis bir işadamı olarak takdir edilir.” (TONT, 1997: 78-86) Thoreau asıl kurtuluşu bireyin öz denetim ve kararlılığında bulur. Onun önemi, mükemmel suygulama örneğini yaşamıyla sergilemesindeki yalınlık ve etkililiktedir. Aslında çevresel eylemliliği bu şekilde siyasal olmaktan çok bireysel duygu dünyalarına bağlı kılmak, biraz da çevre sorunlarının ortaya çıkmasının süreç gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Çevresel sorunların temel özelliği, kaba ve açık göstergeler içermelerine karşın, ortaya çıkan tabloların, coğrafi açıdan sınırlı kalması ve zaman açısından da çoğunlukla kısa zaman dilimlerine sığması idi. Ancak zamanla parçalar çoğaldı ve yer yer birleşerek bütüncül fotoğrafı sergilemeye başladı. İşte derin ekolojinin asıl anlaşılabilirliği de bu bütüncül oluştan kaynaklanır. “Derin ekoloji savunucuları, sanayileşmeyen ülkeleri, sanayileşmişlerin kültürel istilasından korumaya çalışırlar. Derin kültürel çeşitlilik, yaşam formlarının, biyolojik zenginliğin ve çeşitliliğin insan düzeyinde benzeridir.” (ÜNDER, 1996: 198,205) Bu konuda iyimser görüş sahipleri ise “Gelecek yıllarda, dogmalardan kurtulmuş bir ekoloji çağında reform çevreciliği de denilen, klasik çevre korumacılığının yerini derin ekoloji akımlarının alacağını ve zamanla derin kelimesine bile gerek kalmayacağını” (ÖZER, 2001: 45) düşünmekte -belki de umut etmekte- ısrarcıdırlar. 1 – 3 – Çevre Etiği Akımları ve Tartışmalar Daha önce de işaret edildiği üzere, çevresel etik tavır alışı öneren birçok görüş, farklı noktalara varmaktadır. Her şeyden önce, bu görüşler, çevrenin geleceğine doğrudan hitap ederken, toplumsal eğilimlerin çözümlenmesindeki farklılıkları içermekten kaçınamamaktadırlar. En temel ayırım ise “insan–merkezci” ya da “biyo-merkezci” oluşlarından kaynaklanmaktadır. İnsan merkezci ahlak anlayışları, insanların hayvanlara eziyet etmesini yasaklar ama bu yasak hayvandan çok insan değer ve nitelikleri ile ilgili bir kısıttır. Bu hareketler, insanı merkeze alır, doğanın geri kalan parçası da insanın çevresidir. Amaç, çevreyi koruyarak, gelecek kuşaklar dahil insanın mutluluğunu sağlamaktır. “Kaynak korumacılığı (conservation) ve insan refahı ekolojisi (human welfare ecology) çevreci hareketler içinde insan merkezci bakış açısının tipik örnekleri olarak görülebilir... İnsan refahı ekolojisi… Yaban hayat alanlarından çok, insan habitatı haline gelmiş olan evcilleştirilmiş çevre ile ilgilenir… Bakış açısı aydınlanmış öz çıkar argümanına dayanır.” (ÜNDER, 1997: 83-84) Ayrıca bireysel olarak etik yaklaşımı savunan bazı filozofları da sayabiliriz. “İnsanı merkeze alan görüşün en ünlü temsilcisi -yüzyılın sonuna doğru- Bryan Norton’dur.” (TANİLLİ, 2000: 29) Bu anlamda insan-merkezci görüşler, daha yakın zamanlı sorunlara daha acil çözümler önerseler de doğaya ekonomik açıdan bakılması eleştirilmektedir. İnsan merkezci yaklaşımdan bir adım ilerleyerek, önce hayvanların sisteme alınması da değişik tartışmalar yaratmaktadır. Canlıların birbirine zarar vermemesinin etik bir beklenti olduğu kabul edildiğinde, hiçbir canlının diğer bir canlıyı yemeden yaşayamayacağı bulgusu karşısında, etik düzenin nasıl kurgulanacağı sorun olmaktadır. 18. Yy. İngiliz filozofu Jeremy Bentham’ın “utilitarian” adı altında kurduğu teori bu konudaki görüşleri etkilemektedir. “Ekosentrik etik düzeninde, adından da anlaşılabileceği gibi, önemli olan ekosistemin sağlıklı bir şekilde işlemesidir ve o sistemi oluşturan bireylerin değerleri, örneğin geyikler veya yaban çiçekleri, sisteme olan katkıları ile orantılıdır.” (TONT, 1996: 20) Ayrıca bireysel etikçiler arasında da çok önemli isimler vardır. Bunlardan biri, “Avustralya’nın Monas Üniversitesinde profesörlük yapan Peter Singer’in başını çektiği genişletilmiş etik düzeni akımıdır… Genişletilmiş etik düzeninin temelinde, …Bentham’ın etik teorisi yatar.” (TONT, 1996: 20) Bentham, Aristoteles’den beri süregelen insanlarla hayvanlar arasındaki en büyük ayırımın rasyonellik (düşünme, mantık yeteneği) olduğu düşüncesini kabul etmeyerek, hakların sadece bu rasyonellik kriterine göre dağıtılmasını da reddeder. “Epikuros da bireysel mutluluğu sağlamayı amaç edinen ahlak öğretisinin temelini doğada bulur. Daha açıkçası bunu haz (hedone) ile acı (pathe) olan iki duygu üzerine temellendirir.” (AĞAOĞULLARI,1994: 372) Bu akımın değişik yaklaşımları “Hayvan Hakları Hareketi” olarak da özetlenmektedir. Singer’a göre, başka insanların ya da hayvanların acıyı nasıl hissettiğini sorgulayamayız. Çünkü “kendi duyduğumuz acılar, sigaranın yenimize değdiğinde attığımız çığlık, bağırmamız, acı değil, onun sonuçlarıdır. Acı, bilinçlilik durumunda beynin yarattığı bir olay olduğundan, acıyı başkasının hissettiğini hiçbir zaman doğrudan gözlemleyemeyiz. Eğer başka insanların da bizim gibi acı çektiğini savunmamız mantıklıysa, neden hayvanların da acı çektiğini savunmamız mantıklı değildir? Genelde bütün dış fonksiyonlar (bağırma vb) hayvanlarda da görülür.” (SINGER, 1990: 10-12) Bir başka hayvan hakları teorisyeni Tom Regan, genel olarak hayvan haklarını desteklemenin, insan haklarını desteklemekten farksız olduğunu düşünmektedir. (http://people.uncw.edu/schmidt/Department/Regan/posterpage.htm)Regan,Singer’in etik alanını biraz daha daraltarak, sadece “subject-to-life” kategorisine giren canlıların bu düzenin kapsamına alınmasını önerir. Bu canlılar, geçmişi hatırlayan, geleceği hakkında bir fikir sahibi olan, soyut düşünebilen canlılar olarak tanımlanır. “Tom Regan, en büyük yanlışlığı, insanların hayvanları bir çeşit canlı doğal kaynak olarak görmelerinde buluyor. Kısacası, hayvanları hem yiyip hem de dost olamayız. Tom Regan amaçlarını şöyle özetliyor: Hayvanların kullanıldığı bütün bilimsel araştırmalara son vermek; hayvan çiftçiliğini ortadan kaldırmak; profesyonel ve spor amaçlı avcılığı kaldırmak.” (TONT, 1996: 20) “Ne var ki, Robin Attfield gibi bu ölçütü de yeterli bulmayanlar çıkacaktır: Her canlı organizma gelişme yeteneğine sahiptir; onların büyüme, gelişme ve üretmelerine engel olmamak gerekir.” (TANİLLİ, 2000: 29) Bu yaklaşımın devamı ise yaşama saygıyı esas almayı savunur. “özsel değer” kavramı artık çevremerkezci bir etik anlayışıdır. “Bu gruba dahil edilen ve Albert Schweitzer’in geliştirdiği Yaşama Saygı Etiği olarak adlandırılan grup için ise her canlı yaşama iradesi ile doludur, bu nedenle gereksiz öldürmelere karşı çıkarlar. Her organizmanın ereksel bir yaşam merkezi olduğu ve ereksel yaşam merkezi olmaları dolayısıyla organizma özsel bir değere (inherent worth) sahip olduğu ilkesinden yola çıkan Paul Taylor Schweitzer ile aynı sonuçlara ulaşır.” (ÜNDER, 1997: 85) Yeni etik yaklaşımını anlamsız bulan düşünürler de vardır. Gurtherie ve Passmore bunlar arasında sayılabilir. Paleontoloji ve evrim teorisi mekaniği üzerine çalışmaları olan R.D.Gurtherie, sadece toplumsal bir varlık olan insan yaşamı için kullanılabilecek ahlak ilkelerini genişletmeyi reddeder, iyi uygulanmasını önemser. “Gurtherie’ye göre, insan etiğinin genişletilerek hayvanları da kapsaması, hem mantığa aykırı, hem de uygulanması olanaksız bir yaklaşımdır… Eğer bir hayvanın acı çekmesi ve öldürülmesi etik ölçüt olarak algılanırsa, o zaman kurdun geyiği öldürmesini de ahlaksızlık olarak nitelendirmek gerekir. Aynı şekilde, sivrisineğin bir insanı sokması da ahlaka aykırı bir olaydır. (Bu sava Regan ve Singer’in yanıtı şöyle:Biz insanların seçeneği var, ama hayvanların seçeneği yok.) …Çağımızın önde gelen düşünürlerinden biri olan John Passmore da yeni bir etiğe gerek olmadığını, …insanların şefkatli bir şekilde hayvanlara bir çeşit kahyalık (stewardship) yapabileceklerini, böylece hayvanlarla uyumlu bir yaşam sürebileceğimizi vurguluyor.” (TONT, 1996: 21) “Öte yandan, bir çevre ahlakının yerine Fransız filozofu Michel Serres (1990), bir “doğal sözleşme” önermektedir. Vaktiyle Rousseau’nun düşündüğü gibi, karşılıklı yıkımı önleme amacıyla - dostlar arasında değil- düşmanlar arasında bir sözleşme yapılmaktadır… Ancak dilsiz ve akıldan yoksun bir doğayla nasıl sözleşme yapabiliriz? Sendikalarla, çokuluslu firmalarla ve ulus devletlerle nasıl yapıyorsak öyle. Doğayla sözleşmeyi de onun temsilcileri aracılığıyla yapabiliriz… Doğanın dilini anlayan ve onun adına konuşabilecek bilim adamları!” (TANİLLİ, 2000: 30) Ferry de 1970 yılında Walt Disney işletmelerine, Sierra Nevada’da yer alan “Mineral King” adlı vahşi bir vadiyi “geliştirme yetkisi” tanıyan izin belgesi konusundaki yargı kararını benzer bir örnek olarak vermektedir. (FERRY, 2000: 17-18) Kısaca özetlenen görüşleriyle çevre konusunda yeni bir “etik yaklaşım” isteyen tüm düşünürlerin aslında insan-doğa ilişkisini her boyutuyla sorguladıkları görülmektedir. Aralarındaki tüm düşünsel ayrılıklara karşın, bu talep evrensel bir insani etiğin de gündemde olduğu bir dönemde yalnızca etik bakışın çerçevesini genişletmektedirler. 2 – ÇEVRECİ GELİŞMELER 2 – 1 – Çevre Hareketleri Esasen çok geniş bir alan olan çevre hareketleri, konumuz bakımından doğrudan tüm eylemlilikler bakımından değil de yalnızca, hareketlerin çevresel duyarlılık konusundaki duruşları bakımından değerlendirilecektir. Çünkü hareketlerin kabaca gelişim hatları, bir çevre etiği kurma düşüncesinin de evrimiyle paralellik içerir. Belki de daha önemli katkı ise bugün, çevreci hareketlerin yine çevreciler tarafından çeşitli şekillerde eleştirilmesidir. Kolaylıkla algılanacağı üzere, bu eleştirilerin en temel unsurlarından birini etik yargılar oluşturmaktadır. Hatta Dubos, çevreciliğin, modern kültürü değiştirip değiştiremediği ve modern kültürün doğa ve insan ilişkilerinin sorgulanmasına sağladığı katkıyı araştırmaktadır. “Çevreciliğin, yeni kültürel modellerin kristalizasyonunda yardımcı olabileceğini… Bu argümanın teorik temelinin, insan ve doğa arasındaki ilişkilerin, toplumun kültürel kodunun temel yapıcı unsuru olarak, doğa ve kültür karşıtlığının birincil kod olmasına işaret ettiğini” belirtir. (DUBOS, 1998: 162) Gerçekten de çevre duyarlığı günümüzde, toplumsal, siyasal, kültürel yapı ve kalıpların sürekli sınanması ise şekillenen oldukça dinamik bir süreçtir. İnsanlığı ve dünyayı tehdit eden, yaşamsal öneme haiz bazı sorunlara etik açıdan, felsefe donanımıyla yaklaşılmasıdır. 2 – 1 – 1 – Çevre Hareketlerinin Gelişimi Sorunların artmasıyla birlikte çevreci hareketler, düşünsel önceliklerine göre farklılaşmakla kalmamış, aynı zamanda sayısal olarak da büyük bir artış göstermiştir. Her hareketin sorunları algılaması farklı temellerden çıkmakta ve buna göre de çözüm önerilerinde ciddi farklılıklar görülebilmektedir. “Çevre korumacılıktan anarşizme, radikal ekolojiden eko-sosyalizme, eko-feminizmden dinsel hareketlere birçok ekoloji düşüncesinin varlığından bahsedilmektedir. Örneğin Devrimci Sosyalist Düşünce, ekolojik sorunların nedenini kapitalizm olarak görürken, “Greenpeace”, “Friends of Earth” gibi ekolojik gruplar, yaşam biçimleri ile ilgili sorunlar üzerinde daha fazla yoğunlaşmaktadırlar.” (GÖRMEZ, 1997: 77) Ancak öz olarak tüm çevreci akımların mevcut düzenekleri sorgulama ve toptancı değişimler önerme gibi radikal bir algı kapasiteleri vardır. Statükoyu zorlayan bu yapıları nedeniyle, düşünsel çerçevelerini toplumun gündemine getirebilmek için düzenli eylemlilik içindedirler. Dubos, modern çevreciliğin tarihinin 1960 sonlarında başladığını desteklemekte ve bu tarihi üç aşamada incelemekle birlikte, çevreciliğin tarihi gelişiminin, şimdiki öğrenim süreçleri ile desteklenmesini ve daha fazla çevresel bilinç, çevre için harcanacak daha fazla politik enerji ve ekosistemik süreçler için daha derin anlayış gerektirdiğini vurgulamaktadır. “Birinci evre, ekoloji ve ekonominin uyuşmazlığı şeklinde karakterize edilen çevresel sorunlar; ikinci evre, en son manifesto olan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı gibi düzenli yaklaşımların başat olduğu çevresel eylem ve tartışmalar ve üçüncü evre -ki günümüzde ortaya çıkmıştır- çevresel ilgilerin kültürel normalizasyonu ve bunların, ideolojik düşüncenin yapılaşma modelleri ile entegrasyonudur.” (DUBOS, 1998: 163) Ekoloji hareketi içinde bu derece farklı gruplar ve yaklaşımlar bulununca, bu örgütlenmelerin uluslar arası bağlamda ele alınması ve uluslar arası organizasyon oluşturma çabaları da çeşitlilik göstermektedir. “Ekolojik sorunlarla ilgili olarak uluslar arası düzeyde örgütlenmeler arasında Yeşil Barış, Yeryüzü Dostları Oro Verde Vakfı ya da Avrupa Doğa Mirası Vakfı gibi kuruluşlar, en çok bilinenler olarak dikkat çekmektedirler.” (KAPLAN, 1997: 145-146) Hareketlerin aralarında sert tartışmalar bulunsa da kamuoyu oluşturmak bakımından her birinin önemi büyüktür. Uluslararası düzlem, hukuk alanına da benzer şekilde yansımaktadır. Çevre hukuku gelişmekle kalmamakta, ceza hukuku ağırlıklı bir niteliğe de bürünmektedir. “Örneğin bu anlamda 05-15.06.1997 tarihleri arasında Stockholm’de yapılan İnsani Çevre Hakkındaki Birleşik Devletler Konferansına katılan 122 ülke temsilcisi yirmialtı temel ilke kabul etmiştir… Dünyanın ekolojik problemlerine ilişkin olarak yapılan bu ilk konferans, çevre problemleriyle mücadele edilmesi bakımından uluslararası işbirliğinin gerçek anlamda ilk adımını oluşturmaktadır.” (ÜNVER ve NUHOĞLU, 1999: 42-43) Dolayısıyla esasında kolaylıkla uluslar arası nitelik kazanabilen çevre suçları ile mücadele de daha üst bir düzlemde yürütülebilmektedir. Çevreci akımların konumuz olan yerel hizmet ve politikalarla doğrudan ilişkileri de bulunmaktadır. Daha önceleri stratejik bir müdahale tarzı olarak ihtisaslaşmış ve parçalanmış görünen çevreci hareket şimdi birçok yerde kentsel müdahaleler ile öne çıkmaktadır. Mekanda dönüşümü esas alan müdahalelerin doğasını açıklamaya yönelik çalışmalarıyla, çevreciler büyük bir kavramsal yazın oluşturmuşlardır. Gottdiener bu eylemlilikleri şöyle örneklendirmektedir: “Savunma plancılarıyla (advocacy planners) gerilla mimari okulunun (guerilla architects) eylemleri… Ocean Hill Brownsville..., kira grevleri..., yenileme ve yeniden imar girişimlerine karşı yapılan direniş hareketleri... ve konut çevresi eylemciliği... gibi mülkiyet değişim değerlerine karşı toplumsal mekanın önceliğini, üstünlüğünü yeniden ortaya atan kendiliğinden ve bağımsız toplu eylemler büyük önem kazanmaktadır.” (GOTTDIENER, 2001: 264-265) Mekan üzerinde yapılan düzenlemelere müdahale eden ve kapitalist ekonomik gelişmeleri eleştirmeye yönelik toplu girişimlere birçok yerde rastlanmaktadır. Ülkemizde bu eylemlilikler henüz tam olarak mekanda dönüşüm sorgulamaları aşamasına ulaşmasa da çevre ve toplum sağlığına zarar verebilecek, siyanürle altın arama, doğal koylara termik santraller yapmaya karşı çıkma gibi protesto hareketleri görülmektedir. Eylemliliğin en gözle görünür boyutu, örgütlülükteki artıştır. Gerçek bir “yeşil dalga”nın yaşandığı 1980’ler boyunca kırsal alan çevre gruplarının üyeliğinde çarpıcı bir artış gerçekleşmiştir. Bunların önemli kısmı ülke düzeyinde çalışmaya odaklanırken, yerel güzelleştirme derneklerinin artışıyla da mekansal sahiplenme davranışlarında da artış olduğu anlaşılmaktadır. “1990’ların başlarına dek Britanya’da yaşayan her on kişiden birinin bir çevre örgütünün üyesi olduğu hesaplanmaktadır; yaklaşık nüfusun dörtte biri, “etkin yeşil”dir. Nüfusun yüzde kırkı bir bakıma yeşil tüketicidir; ve bir milletvekiline gelen postanın yüzde kırkı çevre sorunlarına ilişkin mektuplardan oluşmaktadır.” (URRY, 1999: 302) . Gerçek anlamda muhalefet kanalları yerine daha çok gösteri odaklı eylemlere yönelen yeşil hareketler hem eylemlilik olarak hem de siyasal sonuçlar bakımından daha kolay ve az riskli yürütülebilmekte ve argümanları reddedilmez olduğu için kolay desteklenmektedir. Kuşkusuz bu yapıdaki gerçek etki, çevresel sorunların çok boyutluluğunun gönüllü destekçileri için bile her zaman tüm açıklığıyla görünememesidir. Çünkü yaşam felsefesinde önerilen radikal değişimin, toplumsal maddi koşulları yeterince olmadığı gibi bu tür bir etik sorguyu gerçekleştirmek de kolay bir yöntem değildir. 2 – 1 – 2 - Çevreci Hareketler İle İlgili Eleştiriler Öte yandan çevreci hareketleri yönelik birçok eleştiri de bulunmaktadır. Örneğin bazı görüş sahipleri, çevreci hareketlerin eylemlerini abartılı ve düşünsel yapısını çelişik bulmaktadır. Çevrecileri radikalizmle suçlayan Lukacs, oldukça radikal bir yorum yapmakta ve ekonomik koşullar için muhafazakar görüşler taşıyan yeşillerin, geleneksel toplumsal yapılar sözkonusu olduğunda muhafazakar görüşleri benimsememelerini eleştirmekte ve er geç yeşillerin solda değil sağda yer alacaklarını ileri sürmektedir. Doğu Avrupa’nın bazı çevre sorunlarının yozlaşmış Komünist sanayileşme proğramları ve üretim talepleri nedeniyle Batı’dakinden daha da beter durumda olduğunu ve Doğu Avrupa’da “Yeşiller”in henüz çok az olduğunu belirtirken ise bu kez muhafazakarları da eleştirir. (1994: 128-129) Eleştirilerin yoğun bir kısmı, çevreci akımları, “sistemle uyumluluk” bakımından ele almaktadır. Dünya üzerindeki yoksullaşma pratiklerini izleyerek yalın ve çarpıcı bir anlatımla sunan Chossudowsky de bu görüşü şöyle ifade etmektedir: “ ‘Resmi’ neo-liberal dogma, fazlasıyla manevi ve ahlaki bir söylemde somutlanan kendi “karşı-paradigma”sını da yaratıyor. Bu sonuncusu, yoksulluk, çevre korumacılığı ve kadınların sosyal hakları ile ilgili politik konuları çarpıtır ve “stilize” ederken, “sürdürülebilir kalkınma” ve “yoksulluğun hafifletilmesi” üzerinde yoğunlaşıyor. Bu “karşı-ideoloji” neo-liberal politika buyruklarıyla ender olarak ters düşüyor. Resmi neo-liberal dogmaya karşı çıkarak değil, onun yanında ve onunla uyum içinde gelişiyor.” (1999: 48) . Çevre hareketlerinin potansiyelini kabul etmekle birlikte, bu hareketlerin sadece düzenleyici içerikleri ile gerçek bir mücadele alanı yaratmadıkları yargısı, en yaygın dile getirilen eleştiridir. Minc ise günümüz gelişimlerini eleştirel bir şekilde irdelediği ve sonuçta çağımızın “yeni bir ortaçağ” olduğu saptamasını ileri sürdüğü çalışmasında bu ideolojik içeriğe dair kuşkularını dillendiriyor: “İdeolojik bir kazan, içindeki popülizm, milliyetçilik, kabilecilik, ama ayrıca ekoloji ve bireycilik malzemeleriyle kaynayıp duruyor: Nasıl bazı dönemlerde aşırı sol ile aşırı sağ bazı atalarını değiş tokuş etmişlerse, etnik yaklaşım ile ekoloji de dikkatsizlik yüzünden ya da bile bile birlikte olabilirler. Tehlike buradadır, bu yeni entelektüel simyanın içindedir.” (1997: 36) Dolayısıyla hareketlerin dağınıklığına eleştirel yaklaşılarak, etkin mücadele için birliktelik gereğine vurgu yapan görüşleri de bu eleştiri beklemektedir. Kuşkusuz Minc sorunu daha genel bir açıdan değerlendirmektedir. Bu eleştirinin bir uzantısı olmak üzere de adeta moda akımı geliştirircesine, çevre dernekleri/kulüpleri kurulmasına mesafeli yaklaşmak gereği de vurgulanmalıdır. “Bu hareketlerin görüşmelere dayalı tartışmacı bir tutumdan çok savunmacı bir tutumu benimsediği; çoğunlukla siyasal çerçeveden uzaklaşıp etik bir çerçeveye sığındıkları ve bir takım fetihlere kalkışmaktansa, toplumsal boyutta bir istilaya ve bir sömürüye karşı direndikleri ve iktidarı ele geçirmeye yönelik ortak eylemlerin yok denecek kadar az olduğu...” doğrudur. (TOURRAINE, 2000: 394) Öte yandan çevre sorunsalına yaklaşım esas olarak iktidar olgusunu tartışmalı kıldığından hareketin böyle bir amaç yönelimi de bulunmadığı unutulmamalıdır. Yeşil hareketin sayısal artışın karşın, siyasal içeriğinin azalmasının bir diğer nedeni de siyasal alanın daralması nedeniyle ekolojiye yer kalmaması gerçeğine dayanmaktadır. İdeolojilere paralel olarak dev siyasal güçlere ve onların güvenilir otoritelerine vurulan darbelerin sonucu, siyasal alan daralmış ve içeriği boşalmıştır. “20 yıl kadar önce “yeni toplumsal hareketler” adıyla vaftiz edilen ekolojizm, feminizm ve “halk inisiyatifleri türünden hareketler çok geçmeden içinde at oynatacakları alanın sınırlanıverdiğini görmüşlerse, bunun nedenlerini yalnızca bu hareketleri ayakta tutan düşüncelerin “zayıflığında” değil, 1975’lerden sonra sahneye çıkan bazı global oluşumların zorunlu sonucunda aramalıyız.” (BAKER, 1994: 58) Eski Aydınlanma retoriğinin “olgusal” olarak iflas ettiği yeni bir durumda, siyasal alanı yeni tasarruf biçimlerinin kurduğunu ve bunların, medya, enformasyon ve teknolojik, toplumsal karmaşadan oluştuğunu belirtmektedir. Gerçekten de dikkat çekici bir gösterinin medyada yeralması önemli görünse de sorun çözücü eylemlilik kurulamamaktadır. İvan İllich bu eleştirilere ek olarak, “insanların ciddi eylemlilik içerisine ancak bir felaket durumunda girebilecekleri” yorumuyla destek veriyor ve bu kanısını şöyle dile getiriyor: “Ben şahsen, varlığını sürdüren köylülerin şurada ya da burada birkaç ağaç kurtarıp öteye birkaç ağaç diken eylemci örgütlerin yaşama biçimlerinde, sönmeyecek umut işaretleri görüyorum. Ama itiraf etmem gerek, bu umut ilham eden eylemlerin, nasıl olup da büyük bir felaket olmaksızın "politika" haline gelebileceğini düşünemiyorum.” (1999: 91) Bazı görüşler ise daha da radikal boyutlara ulaşmakta ve çevresel örgütleri özgün amaçlılıkları bakımından da sorgulamaktadır. Bilimsel ölçütlerde yapılan çevrecilik yanında, amatör heveslerle, yada gösteri amaçlı yapılan çevrecilik faaliyetleri ve bir de ideolojiyle karışık militant çevrecilik faaliyetleri olduğunu belirtir.Ancak bu kategorilerin dışında bir emperyalist çevrecilik olduğu iddiası taşır. “Bu kategorilerin dışında, gelişmiş ülkelerin başvurduğu, çifte standarda dayalı bir başka emperyalist çevrecilik akımı da sözkonusudur. Bu yaklaşım, kontrol edilebilir istikrarsızlık politikalarının uygulandığı üçüncü dünya ülkelerinde, ekonomik güçlenmenin önüne geçmede bir nevi engelleyici işlev görmektedir ki, Bergama olayı, tümüyle bu kategori içinde yer almaktadır.” (HABLEMİTOĞLU, 2001: 139-140) Hablemitoğlu’nun noktasal örneği konusundaki haklılığı tartışılır olmakla birlikte, toplumu etkileyebilen her tür girişim özelinde bu tarz çifte standart süzgecine tutulabilecek eylem örnekleri bulunduğu reddedilemez. Örneğin ülkemizde de TEMA, çok yoğun örgütlülüğüne, bilgilendirme ve aktif eyleme geçirme kapasitesine kaşın, kurucuları bakımından, sanayi kaynaklı kirlenmeyle hiç ilgilenmemesi ve yalnızca çevre konusunda erozyon sorununa odaklanmış olması nedeniyle eleştirilmektedir. Bir diğer eleştiri, doğayla kurgulanan ilişki bakımından, bilimsel yaklaşımın sorunlu hale gelmesidir. Özellikle bilimsel sürecin doğrular dünyasının, bir batı hegemonizmi yaratmakta kullanılmasına tepki olarak, daha mistik unsurları içerimleyen bir düşünsel çerçevenin ortaya çıkması ayrı bir karmaşa oluşturmaktadır. Astronomi geliştiği halde yaygınlaşamamakta, astroloji ise popüler kültürü adeta istila etmektedir.(ZEDLİN, 2000: 331,332) Aynı eleştiri kendine özgü sert üslubu ile Bookchin tarafından da dile getirilmektedir. “Kamunun dikkatini ekolojik sorunlarımızın toplumsal temellerinden uzağa çekmeye yönelik bu oldukça basit çabalara bu toplumsal güçsüzleşme çağında, doğaüstü kaçış eğilimini besleyen aynı, her yerde hazır ve nazır mistisizm ve teizm nüfuz etmiştir. Ekolojik radikaller arasında, gezegenin ısınması, ozon tabakasının incelmesi ve sermaye birikiminin ürettiği büyümenin diğer etkileri gibi katı sorunlarla yüzleşme, yerini yavaş yavaş mitik bir neolitik ve pleistosen çağının atavistik yüceltilmesine bırakıyor. Bu çöp yığını kendini ekoloji hareketi olarak tohumladıkça, bu katı sorunlarla yüzleşmenin kendisi bile “bölücü” ve “yıkıcı” bir şey olarak niteleniyor.” (1994: 42) Toplumun, bilimin kötüye kullanımını eleştirmek yerine doğrudan bilime, aklın bir beceri ve araç olarak kullanılmasını kınamak yerine akla ve aynı şekilde tekniğe eleştirel yaklaşmasını yanlış bulmaktadır. Ama esas eleştiri okları, başta derin ekoloji akımı olmak üzere, mistisizm ve teizme yöneltilmiştir. Ferry de aynı radikal tavra işaret etmekte ve ’Ekoloji ya da barbarlık’ sloganının öe çıkartılmasını tehlikeli ve sahte bir tartışma olarak görmektedir. Radikalizme ilişkin yaptığı benzetmede ise Stalin ve Hitler yer almaktadır. “Modernliğin eleştirisi, …akıldan çok zorunlulukla bastırılmış eski veya yeni anti-liberal inançları, bilimsel politikanın yeni bir macerasına katılmaktan başka bir şey istemeyen yeni faşistlerin veya eski-Stalincilerin onayını da alabilir… Marcel Gauchet’in son derece yerinde formülünü uyarlayarak söylersek, “doğaya beslenen aşk”, “insanlara beslenen nefreti” pek de gizlemiyordu. Bu bağlamda, doğanın ve hayvanların korunması konusunda insanlığın görmüş olduğu en gelişmiş iki yasal düzenlemeyi bugün bile nazi rejimine ve Hitler’in kişisel istencine borçluysak, bunda rastlantının hiçbir rolü yoktur.” (2000: 22-23) Ferry geliştirilen söylemlerin ortalama ekolojist duyarlığa dayanan yaşam kalitesi hakkı talebiyle yetinmesini daha tutarlı bulmaktadır Yeşil hareketin partileşmesi konusundaki bir diğer eleştiri ise bütün ülkelerde, yeni bir tür parti olmaya girişen akımın, kişiye bağlı ve gevşek yapısının, gerçek politik arenada değişebileceği uyarısıdır. “Yeni pratikler profesyonel bir seçkinler kesimi yaratmaya olduğu kadar politikada profesyonellerle amatörler arasındaki uçurumu ortadan kaldırmaya da yatkındır. Gücün gerekleri ve büyümenin getirdiği ihtiyaçlar hep birlikte yeni biçimlere karşı dururlar. Batı Alman Yeşilleri daha geniş ve yerleşik hale geldikçe, açık demokrasi tutumunu savunmaları bir o kadar zorlaşmaktadır.” (BENTON, 1995: 270) Bütün bu güçlüklerine karşın yaşam tarzının değişmesi, yaşam kalitesi kavramının sorgulanması ve özellikle yeni bir düşünsel sistemin kurulması gereğine olan inanç giderek yaygınlaşmaktadır. “Yeşil politikanın bazı boyutları, içinde bireysellik, farklılık ve seçim konularının çok güçlü bir biçimde yer aldığı değişim görünümlerini gerçekten de ifade eder… Ancak bu konular yeşil tablonun sadece bir parçasını temsil etmektedir. Ayrıca kolektivizm, evrenselcilik ve toplumsal amaçlılığın çarpıcı bir canlanışına tanık oluyoruz… Bu iki zıt boyut birlikte mevcut değişim süreçlerini anlamak ve yeni politik potansiyelleri değerlendirmek için temel önemdedir… Sol ikisiyle de boğuşan politik akıntılar tarafından sarsılmaktadır. Sağ ise ekonomik modernleşme ve tüketici tercihi alanlarını ele geçiriyor. Şimdi yeşiller yüksek ahlaki bakış açısı ve her şeyi kucaklayan toplumsal dönüşümün başını çekiyor. (STEWARD, 1995: 64-65) Dünyaya, evrene dair tüm politik konular artık birincil bir statüye yerleştirilmektedir. Bütün bu eleştirel bakış açılarına karşın, çevreci akımların en önemli işlevi, kişileri hem birey olarak varoluşlarını sorgulamaya yönelten bir yanı olması hem de aynı noktadan hareketle evrensel sorgulamalara itebilmesidir. Kişinin eylemlerinin sonuçlarına ilişkin kişisel sorumluluğunun farkına varışı, yeni çalışma ve yaşama biçimlerinin seçimi, yeşil bakışta merkezi bir yer tutuyor. 2 – 2 – Çevre Hukuku Bütün bu hareketler yalnızca düşünsel boyutlu sivil toplum hareketleri olarak kalmamış, zamanla suçların tanımlanmasını ve yaptırımlarının belirlenmesi gereken ayrı bir hukuk alanı oluşmuştur. Çevre hukuku hukukun genel çerçevesine geç girmiş ise de hızla gelişmekte ve giderek bir uzmanlık dalı haline gelmektedir. Çünkü zamanla çevrenin korunması ve geliştirilmesi için en etkin araçlardan birinin hukuk olduğu konusunda uzlaşılmıştır. Çünkü hukuk, mücadele tarzını belirleyen bir politika aracı olarak da gündeme gelmiştir. “Çevresel sorunlarla mücadele için gereken kuralları ve örgütlenme biçimlerini belirleyen ve bu kurallara aykırı davranışları da saptayan hukuk düzeni ve hukuk bilimidir. Çevre hukuku, bilim ve teknolojiye bağlılık, evrensellik ve amaçsallık -yani çevreyi korumak ve geliştirmek amacına yönelmiş olmak- ilkeleri üzerine temellenir. Bir başka özelliği ise kalkınma ile ilişkisi ve çevreyi korumanın “kamu yararı”na dayandığının kabul edilmesinin öneminde ortaya çıkmaktadır.” (Çevre, 1994: 46-48) Çevre hakkının konusu, çevredir. Bu nedenle çevrenin tanımlanabilmesi, çevresel hakların kullanılacağı alanın sınırlarının belirlenmesi yönünden önem taşır. Çevre hakkının alacaklıları ise, a)bireyler, b)topluluklar, c)gelecek kuşaklar, d)devlet olarak belirlenebilir. Çevre hakkının borçluları da gelecek kuşaklar hariç aynı zamanda hakkın alacaklısı olanlardır. Burada konumuz bakımından esas önemli olan gelecek kuşaklar, hukuk sistemi bakımından bir hak sujesi olarak kabul edilmemekte; bu nedenle bu kuşakların hakkı sorunsalı, etik çerçevesinde çözümlenmeye çalışılmaktadır. Çevre hakkının, devletin koruyuculuğu olmadan gerçekleşmesinin olanaksızlığı, hakkın yükümlüsü olarak devlet önem kazanmasınısağlamıştır. Çevre sorunlarının çok boyutlu ve büyük ölçekli olması, ancak devlet gücünün seferber edilmesi ve gerek ulusal, gerek uluslararası alanda çevrenin koruyuculuğu devletin ödevi haline gelmiştir. “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun Çevre Hukuku Uzmanlar Grubu tarafından kabul edilen (çevre koruma ve sürdürülebilir kalkınma hukuksal ilkeleri) öneri özeti ise, çevre hakkının gerçekleştirilmesinde devlete yüklediği geniş ödevleri somutlaştırmaktadır. Bu metinde, kuşaklararası eşitliği sağlamaktan, ekolojik sistemleri ve ekolojik süreçleri sürdürmeye; …çevre konusundaki hak ve yükümlülüklerin uygulanmasında diğer devletlerle iyiniyetli işbirliğine değin birçok konuda devlete ödevler yüklenmiştir.” (ÖZDEK, 1993: 113) 1982 Anayasası da çevre hakkını düzenleyen hükmünde, çevreyi geliştirmek; çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek görevini açıkça devlete de yüklemiştir. Alman Ceza Kanunu’nda yeralan çevreye ilişkin suçlar üzerine yapılan bir incelemede korunan yararın, hem ekolojik hem de insani yarar olduğu belirtilmektedir. “Çevre suçlarında …hukuksal yararın düzenlenmesi açısından “ekolojik insani yarar” görüşü esas alınmıştır. Bu temel düşünce kanuna alınırken, birbirinden farklı suç tipleri ihdas edilmiştir…Bu açıdan birinci grup suçların suç tipinde ekolojik menfaatler korunmaktadır. Bu suçlarda yaşam, sağlık gibi bireysel menfaatler dolayısıyla korunmaktadır. Bu gruba giren tipik suçlar, 324.madde ile doğayı koruma ceza hukuku normlarındaki suçlardır. İkinci grubu oluşturan suçlarda “ekolojik ve insanı esas alan hukuksal menfaatlerin korunması” sözkonusudur. Bu suçlarda çevreye ilişkin değerlerin yanında bireysel menfaatler de doğrudan doğruya korunmaktadır.” (ÜNVER ve NUHOĞLU, 1999: 40) Çevre hukuku mevzuatının gelişiminde bu ayırım önemli olmuş, önceleri yalnızca insani amaçlarla çevrenin korunması amaçlanmakta ve bu nedenle kişisel zarar suç oluşumu için kritik önemde görülmekteyken, zamanla toplumsal zarar ve çevreye verilen zarar öncülleri gözetilir olmuştur. Çevre politikalarının oluşumunda uluslarararası çabalar, “onarımcı ve önleyici politikalar”dan (Türkiye’nin Çevre Politikası Nedir, 1987: 17-18), “kalkınma ve çevre”nin ilişkilendirilmesi sürecine geçerken, önemli bir yol katedilmiş ve ciddi emek harcanmıştır. Üçüncü kuşak insan hakları arasında çevre hakkı da aynı zamanda bir dayanışma hakkı olarak yerini almıştır. Birleşmiş Milletlere bağlı çeşitli uzmanlık kuruluşlarının, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) gibi kuruluşlar faaliyetlerde bulunmuşlar ve ülkeler çok çeşitli çevre anlaşmalarına imza vermişlerdir. “Gerek Rio Konferansı hazırlık sürecinde, gerekse konferans sırasında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin üzerinde anlaşmakta zorluk çektiği konular, alınan kararların ulusal düzeyde uygulanabilmesi için gerekli yeni ve ek finansman kaynaklarının temini, çevresel açıdan uygun, temiz teknolojilerin transferi ve tüketim kalıplarının değiştirilmesi hususları olmuştur.” (ALGAN, 1995: 217) Kuşkusuz bu gelişmeler uzun, sancılı mücadelelere dayanmış ve ekonomik çerçeveleri bakımından ülkeleri de hayli zorlamıştır. Bunun yanında devletin çok önemli görev ve sorumluluklarından birisi de sürekli denetim yanında cezai yaptırım bakımından adil, kesin ve tutarlı politikalar uygulayabilme kapasitesidir. Siyasal etkilenmelere ve menfaat ilişkilerine açık kurum ve uygulamalar böylesi büyük bir sorunu çözmede önemli engel durumundadırlar. Neden Bir Etik Yaklaşım Gerekmektedir? Bütün bu anlatılan noktalardan hareketle ortaya çıkan özet sonuçlar şunlardır: 1- Çevre sorunlarının hızlı ve çok boyutlu artışına paralel olarak, politik, sosyal ve siyasal hareketler artmakta ve çeşitlenmektedir. 2- Bu çeşitlenme ortak zemini kurgulamak bakımından sorun yaratmaktadır. 3- Etik yaklaşımın, ahlaki, dini, kültürel boyutları da bu zemini daha da kaygan kılmaktadır. Sonuç olarak tezimizin başında, bu konudaki belirsizliklerden kaynaklanabilecek olumsuzluklar öngörülmüş ise de etik alanla ilgili diğer alanlar düzeyinde yapılan araştırma öngörümüzü güçlendirmiştir. Ancak buradan gidilecek nokta, bir vazgeçiş olmayıp, çevreyi koruma konusunda elimizdeki en etkin araçlardan olan etik yaklaşımın hangi yönleriyle bize daha yararlı olabileceğinin araştırılmasıdır. İKİNCİ BÖLÜM YEREL YÖNETİMLER VE ÇEVRE FAALİYETLERİ Bu bölümü takip eden tüm bölümler bir temel kabulden hareket etmektedir. Buna göre, bir kent ile ilgili tüm hizmet alanları, çevresel etik kapsamında bir işlev taşır ve bu nedenle de bu tür bir değerlendirmenin doğrudan konusu edilebilir. Özellikle bu bölümün son başlığında doğrudan somut hizmet örnekleri üzerinde etik sorgulamalar yapılacak ve hemen tüm hizmetlerin çevresel boyutları olduğu ve bu nedenle çevre odaklı bir etik duruş gerektirdiği ileri sürülecektir. Asıl olarak bir kent, tarihsel koşulların bir ürünü olarak yerinin seçiminden, siyasi ve yönetsel yapısına, yerleşim politikalarına ve ülke ve hatta dünya üzerindeki yerine kadar tüm boyutlarda çevresel bir tasarımdır. I – YEREL YÖNETİM ANLAYIŞINDA GELİŞMELER VE ÇEVRESEL ETKİLER Söylem dünyamızın en önemli işgalcisi olan değişimin etkilediği bir önemli alan da yerel yönetim anlayışında yaşanan dönüşümdür. 19 ve 20. yüzyılların uluslaşma trendi, çeşitli argümanlarla günümüzde değişmekte ve bir yeni yerel anlamlandırmaya yönelmektedir. Üstelik ilk bakışta çelişik gibi görünen bu yönelimin bir yönü küresel ağlar nedeniyle zayıflayan ulusal bağlara işaret etmekte, diğer yönü ise kimlik sorunları ve etkin tikellik çerçevesinde yerel vurgunun baskın duruma geleceğini öngörmektedir. 1 – YEREL YÖNETİM ANLAYIŞININ GELİŞİMİ Kent, bir yerleşim merkezi olarak, tarım dışı faaliyetlerinin yürütüldüğü bir örgütlenme birimidir. (SUHER, 5-9) Hizmetlerde uzmanlaşma ve denetim kentin insanın organizasyonel yönünü açığa çıkaran en büyük proje olduğunu gösterir. “XIX.yy.ın ikinci yarısından sonra başat toplumsal düzen, sanayileşmiş kent toplumu olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu dönüşüm, aynı zamanda insanoğlunun düşünce dünyasının da köklü ve kapsamlı bir biçimde değişimi anlamına gelmektedir.” (ŞAYLAN, 1998: 1) İnsanlığın mekana bağımlılığı ve onu kullanma becerisi, kentsel gelişim tarihini, uygarlık tarihi olarak okumayı olanaklı kılar. Bilinç, organizasyon, mücadele, hem doğayla, hem siyasal sistemle yapılmakta ve uygarlık temelleri bu yapı üzerine yükselmektedir. “Toprağa dayalı” örgütlenme, devletin tarihsel ilerleyişinin de değişimiyle yeni bir anlam ve içerik kazanmaktadır. İnsan topluluklarının soy örgütlenmesinden siyasal örgütlenmeye geçişleri, kimliklerini “oturdukları yer”e göre kazanmaya başlamalarıyla eş zamanlıdır. (GÜLER: 77) Bugün “toprak” (yani mekan) ve “kimlik” ilişkisi neo-liberal politika bakımından küresel olarak belirlenen yeni bir nitelemeyle karşı karşıyadır. Ancak aynı söylemin diğer bir ayağı ise yerel konusundaki vurgusudur. Küreselleşme çağının kültür projesi olan postmodernizmin yerel için geliştirdiği söylemlerde; “evrensele eklemlenme” tam olarak neyi ifade etmektedir ve “evrilmiş bir modernliğin sonucu olmayan bir postmodern” durumda, bir yerel unsur olarak kente nasıl bir rol biçilmektedir, bu rol karşısında ya da içinde, kent hangi olanakları bünyesinde barındırmaktadır? Toplumsal ilerlemenin kapitalizm aşaması ise mekana yeni bir boyut katar ve onu sürekli değişime uğratırken değerinin de sürekli olarak artmasını sağlar. Salt toprak olan yerler, bireysel müdahaleden çevre ve peyzaj düzenlemeleriyle oluşturulan büyük siteler ve hatta sanayi kentleri gibi yapılanmalarla çok değerli hale getirilerek üretilirler. Lefebvre’in çalışmaları kentsel mekanın yalnızca fiziksel bir alan olmadığı noktasından hareketle, örgütlenme yapılarıyla değerlendirilmesine yol açmıştır. Ayrıca etkileri günümüze kadar gelen iki araştırmacıya daha değinmek gerekir. Bunlar Castells ve Harvey’dir. Marxist Castells, kent mekanında emeğin üretimi süreçlerini, Harvey ise sermaye oluşum ve birikim süreçlerinde kentlerdeki yapılı çevrenin rolüne odaklanmaktadır. “Castells’e göre, ...kent mekanının planlı yapısı siyasal kontrolün bir aracıyken, anıtsal yapılar, meydanlar ve anıtlar ideolojik yapının taşıyıcılığını yapmaktadır. Ancak kapitalist toplumlarda kent mekanının özgünlüğü ekonomik kertedeki işlevlerinde yatmaktadır.” (ŞENGÜL, 2001: 17) Bugün yerel yönetimlerin en önde gelen sorunu, kentlerin sınırsız bir şekilde büyümesidir. Bu büyüme hem ekonomik, hem toplumsal olarak tüm müdahale mekanizmalarını aşmakta, hem kentlinin hem de kent yönetimlerinin yönlendirmesini zorlaştırmaktadır. Bookchin’e göre bu gelişim,”vatandaşlık” kavramını ve “kent” kavramını yok eden bir “kentleşme”dir. (1999: 261) İnsanların içinde kimlik kazandıkları bu yer, artık tüketimin hakimiyetindeki kimliksiz ve muazzam boyutlardaki pazar yerlerinden ibaret bir yapı halini aldı. Nesneler düzeyinde basitleşen tüketici yaşam tarzı insan psikolojisini de sinikleştirdi. Kuşkusuz bu gelişimler yalnızca fiziksel bir gelişim olarak anlaşılmaya çalışılamaz. Her kentin bulunduğu yerellikte büyümesinin ötesinde, bu dinamiği harekete geçirici uluslararası ticaret ve iletişim ağları mevcuttu. Bir görüşe göre, üretim ve tüketim süreçlerindeki dönüşümle birlikte, sorun ulus-devlet modelinin aşılmasını dayatıyordu ve kentler daha uygun bir ölçek olabilirlerdi. “Yerel yönetim fetişizmi, Avrupa kıtasında ulus devletleri eriterek “Tek Avrupa” hedefine yardımcı olmak üzere yükseltilmektedir. Dünyada ise ulus aşırı şirketlerin küresel egemenliklerini kolaylaştırmaya yardımcı olmaktadır. Bu yönü ile merkezi yönetimden daha çok uzaklaşmış, kendi kendine yeten yerel yönetim modeli, küreselleşmeye koşut olarak ulus-devletin erime sürecine yardımcı bir modeldir” (GÜLER, 1996: 166) Bir diğer yoruma göre ise küreselleşme süreçlerini bu tür kapitalist ağlarla açıklamak, aslında yeni dönemin yeni kavramsallaştırmalara gereksinim duyduğunu gözardı etmektir. Modern kentçilik, önceki dönemlerde pre-modern kenti kırsal alandan ayıran ilkelerden oldukça farklı ilkeler uyarınca düzenlenir. Urry, bu gelişimin “Mekanları Tüketmek” anlamına geldiğini düşünmekte ve aynı ismi verdiği eserinde bu durumun göstergesi olan dört açılıma değinmektedir. Mekanlar yalnızca malların tüketildiği yerler olmakla kalmamakta, fiziksel olarak da tükenmektedirler; yanısıra fiziksel yapıya bağlı yerel kimlikler de tükenmekte ve turizm etkinlikleriyle görsel olarak da tüketilmektedirler. (1999:11) Ancak bu bedele mukabil, dünyanın içinden geçmekte olduğu dönüşüm birçok ekonomik olanağı da beklenmedik hızlarla kentlere sunabilmekte ve bu kapasite kendi başına cazibe yaratmaktadır. “Dünya kenti olmaya aday birçok kent nüfusu, yayılma alanı ve barındırdığı sermaye potansiyeliyle, büyüklüğü; yöneticileri ve planlamasıyla da değişme ve dünya sistemiyle de bütünleşme ideallerini kovalayıp durmaktadır. Ve bu kovalayış, bütün çevresel bozulmalarına, yaşama güçlüklerine rağmen, karmaşasından, boyutlarından ve dinamizminden kaynaklanan bir güç ve umudu da beraberinde taşır.” (YÜCEL, 1996: 35) Bu konuyu yerel yönetimlerin etkisi altındaki büyük şehirler kapsamında değerlendiren “sosyalist söylem” ise, büyükşehirlerde görülen dünya kenti çabalarına eleştirel bakımdan yaklaşmakta ve “Bir dünya kenti yaratma proğramının emekçi sınıfların ve kent yoksullarının kent ve yerel yönetim tasarımlarıyla uygunluk gösterebilmesinin olanaksızlığını” ileri sürmektedir. (Yerel Yönetim Tartışmaları, 1994: 85-89) Çünkü globaleşen dünya ekonomisi içinde oluşturulan ağ, bu yerel birimlerle kendi gereksindiği denetim altyapısını kurmaktadır. Sorunların en önemlilerinden birini ise hizmet koşulları ve olabilirlikleri oluşturmaktadır. Gerek mekansal gerekse sayısal büyümenin hizmet talebi üzerinde yarattığı baskı, yerel yönetimleri bunaltmakta ve çelişik çözümlere yöneltebilmektedir. Çevre sorunlarının gündemin ilk sırasına oturması ile birlikte, büyüyen altyapı sorunları ile karşı karşıya olan yerel yönetimler, küreselleşme sürecinden de beslenen ulusötesi şirketlerle artık birebir ilişkiye geçmektedirler. Özellikle çok eski teknolojiye sahip olup, aşırı ve bilinçsiz kullanımla da eskimiş bulunan bu altyapıların çevre sorunları bağlamında önemi; yerel yönetimleri mali, teknik ve insan gücü bakımından son derece yetersiz kapasiteleri ile “geleceği borçlanmak” olarak ifade edilebilen bir yola itmektedir. Genellikle tercih edilen yap-işlet-devret yöntemi ile 50 ya da 100 yılları bulan sürelerde imtiyazlar verilmekte; dış paralara endeksli bu borçlanma yapıları ile katlanan rakamlar, gelecek için açık bir ekonomik ve –ulusal güvenlik ve egemenliği de içeren- siyasi tehdit boyutu kazanmaktadır. Özetle günümüzde yerel bir yönetim, ölçekler, sistemler, artan talepler, yüksek teknolojiler, bağımlılıklar gibi son derce girift bir ilişki alanında kuruludur. Bu alandaki karmaşa sadece ağların çapraz bağlanışında değil, aynı zamanda çelişkili doğasında da bulunmaktadır. Yani çözücü işlev taşıyan her gelişme bir başka riskli yapılanmayı davet ediyor olabilir. Ekonomik ve sosyal ilişkilerde yönetimde, birbirleri ile çelişir görünen bu çok yönlü gelişme süreci, insanlar arası, toplumlar arası, yönetimler ve yerel yönetimler arası ilişkilerde tayin edici olacaktır. Bir yandan kentsel mekan yönetilemez boyutlara ulaşmakta, öte yandan büyüyen boyutlar daha etkin yönetim gereksinimini su yüzüne çıkarmaktadır. Bir yandan yönetilen-yönetici ilişkisinde fizik mekan aralığı artmakta, öte yandan “yönetişim” dinamikleri geliştirilmeye çalışılmaktadır; Bir yandan bütün insanlık aynı yer kürede yaşamaktan dolayı, küresel olarak aynı kaderi paylaşmakta, öte yandan bu ortaklık duygusu, ayrılıkçı akımları güçlendirmektedir. Yerel kimlik tartışmaları ise yerel yönetim alanının doğal evreninde bulunmaktadır. Bir yandan gel birlikte, her birey, her topluluk, bulunduğu yörede bu küresel ortak yaşamın gereğini yerine getirmek için çok yönlü bir ilişki içinde olacaktır. Dolayısıyla yerel yönetim anlayışındaki değişim de çok boyutlu ve çok kapsamlı bir içerikle tartışılmalıdır. Üstelik bu anlayışın, fiziksel çevre üzerindeki etkilerle somutlandığı da değinilmesi gereken bir hatırlatma olmaktadır. 2 – YEREL YÖNETİM ANLAYIŞINDAKİ DEĞİŞİMİN YÖNETİM ETİĞİ ÜZERİNE ETKİLERİ Yerel Yönetim anlayışındaki değişimin en önemli yansıması da yönetim alanında olmaktadır. Bir yandan yerel birimler, ulusal bağ ve sınırlılıklardan kurtulmakta, öte yandan yeni bir anlam dünyası kurmak zorunda kalmaktadırlar. Bu dünya, sosyal kavramını sorgulayan, ekonomiklik, verimlilik, müşteri memnuniyeti, özelleştirme gibi kavramları yükselten bir akımı içermektedir. Kamu yönetiminde yer alan tüm görevliler gibi belediyelerde görev yapan personelin de belli bir “hizmet” etiği davranışı geliştirmesi gerekir. “Ahlak ile kamu hukuku ya da politikası çarpışırsa, birey karar vermek zorundadır. Kamu işgörenlerinin yüzeye çıkan ikilemi, birşeyin yasal olduğu zaman, ahlaka uygun olmayabileceğidir.” (SHELDON ve AUSTERN, 1995: 156) Ama doğrudan doğruya yönetim kavramı, alışılagelmiş çerçevesinde aynı zamanda bir “idare etme ve yönlendirme sanatı”dır. Bu sanatın dayattığı bazı klişeler sözkonusu olabilir. “Toplumların geleceğini elinde tutanların, yani siyasi-ekonomik-askeri karar vericilerin moral kaygıları olmaz. Çok bilinen ve tekrarlanan özdeyişle, devletlerin ahlakı yoktur, çıkarları vardır. Onlar "amoral"dir.” (MARDA, 2002: ) Nitekim yalan söylemek ve sansür Platon’un devletinde de önemlidir. “Devletin yararına, düşmanlarına ya da yurttaşlarına yalan söyleyebilirler.” (PLATON, 1992: 78-80) Ama diğer yandan da “yeni bir çağın gerekliliklerini anlamamak ya da o gerekliliklere ayak uyduramamak” suçlaması altındadır. Kuşkusuz bu durumu besleyen sağlıksız yapılanmalar olmuştur. Ama günümüzde yaşanan daha genel bir değişim ve dönüşümdür. “Temel hak ve özgürlükler ihlallerinin en sık rastlandığı alanın, paradoksal bir biçimde, sözkonusu hak ve özgürlüklerin sosyopolitik gerçeklikte sağlanması ile görevli olan bürokratların bulunduğu alan olduğu gerçekliği ve özelleştirme ve yeniden yapılandırma sürecinde genel olarak devlete, özelde ise devlet bürokrasisine güvensizlik empozesinin” (GÜLER, 1997: 3) bu süreci hızlandırdığı gözlenmektedir. Oysa bu yıpranma aşaması öncesinde ulus-devlet sürecinin en önemli, işlevsel unsuru bürokrasi ve onun uygulayıcıları olan bürokratlardı. Kavramın zedelenişi, ulus-devletin zayıflamasına paralel gelişti. “Bürokrasi merkezi otoriteye bağlı, atanmış ve katmanlaşmış memurlardan oluşan devlet örgütleriyle yönetimi anlatmaktaydı. Fakat teknik zorunluluklar nedeniyle bu mekanizma, modern sanayi toplumlarında yalnızca siyasal ve idari alanlarla sınırlı kalamadı.” (DUVERGER, 1975: 290) Bürokrasinin zayıflatılması yönündeki saldırılar, kısmen bu aracın çok uzun bir dönem kötü ve hoyrat kullanımına tepkiydi. Zamanla bir yapı olarak çöküşü sağlandı ve bürokrata, bireysel bir etik alan dışında rol kalmadı. Tourraine’e göre, “Siyasa, uzun zaman boyunca kendini bir etik, bir yurttaş ahlakı ya da geçmişe karşı parlak bir geleceğin savunucusu olarak kurmaya çalışmışken, bu kez etiğe bağımlı kılınmalıdır.” (2000: 405, 407) Kamu yaşamıyla özel yaşamın birbirinden ayrılmasının bir yanılsamadan başka bir şey olmaması nedeniyle; önce dinsel Özne’nin, sonra da siyasal Özne’nin boşalttığı alanı kişisel Özne’yle doldurabileceğimiz düşünüldüğünden ve bu özne aynı zamanda “yönetici özne” olarak da işlev göreceğinden elinde yalnızca etik kalmaktadır. Sorun sadece kamu personeli boyutları ile kalmamaktadır. Çünkü belediye yönetimi aynı zamanda seçilmiş görevlileri ile de özgün bir yapılanmadır. Bu yapıya yüklenen olumsallık da bu seçilmişliği vurgulayan “daha demokratik olma” iddiasında belirginleşir. Ancak bu beklentinin tam tersine sonuçlandığını gösteren zengin örnekli uygulamalar tekrar kamu yararına çalışacak personel amacını güder. “Kamu yararına, kamu çıkarına hizmet eden hükümet kavramı, kamu yönetiminin ahlaklı uygulamaları için temeldir. Ahlak yokluğu ya da ahlaka karşı ilgisizlik ya da ahlakı göreceli gören uygulamacıların uygulamaları, kamu yararına ve kamu çıkarına hizmet etmez. Ahlaksal olarak değerleri temel alan bir inanç sistemi, kamunun çıkarına olan bir davranışla sonuçlanacak ve kamunun isteklerini karşılayacaktır. Değer temelli ahlak, yanlış bir davranışla sonuçlansa bile, bu uygulamada yolsuzluk yoktur.” (SHELDON ve AUSTERN, 1995: 76) Dolayısıyla bir sonraki bölümde tekil örneklerde de görüleceği üzere, yerel yönetim anlayışının değişimi, çok doğrudan bir şekilde hizmet anlayışında farklılık yaratmış; bu durum da hemen tüm hizmet alanları çevre ile ilişkili olan belediye politikalarıyla uygulama alanına girmiştir. II - ÇEVRE ETİĞİ AÇISINDAN ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ VE ÇANKAYA İLÇE BELEDİYESİ HİZMETLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Çalışmanın bu bölümü, daha önce de değinildiği üzere, yerel hizmetlerin hemen tümünün bir çevresel boyutunun bulunduğu; bunun da çevresel etik kriterlerini her hizmet düzleminde kullanmanın olanaklılığını sağladığı ileri sürümüne dayanır. Kuşkusuz verilen ve eleştirilen her örnek aslında tam bir kötümserliği beslemez. Her bir örneğin kendi iç düzenlilikleri ve yararlı bulunabilecek yansımaları da ihmal edilmemelidir. Çünkü bu eleştiriler, kimi zaman daha iyisinin mümkün olduğu, kimi zaman bir boyutunun etik uygunluğunun bulunmadığı, kimi zaman da veri koşulların gerisinde kaldığı gibi bütünlüklü sistematiğin tümünü reddetmeyen, parçacıl özellik gösterirler. Buraya kadar yapılan açıklamalar çerçevesinde, bu bölümde, halihazırdaki belediye sistemi ve onun somut bir örneğini oluşturan Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Çankaya İlçe Belediyesi örnekleri üzerinden, belediye hizmetlerinin çevresel boyutu ve hizmetlerin götürülmesinde etik bir duruşun mümkün olup olmadığı tartışılacaktır. Kuşkusuz bir kısım görüşler oluşturulmaya çalışılırken kavram kargaşası içerisine düşmeden görüş belirginleştirmek zor olacaktır. Çünkü bu bölümde amaçlanan bir yandan çevre etiği yaklaşımları perspektifinden çevresel hizmetler özelinde bir irdelemenin gerçekleştirilmesi; öte yandan bu konuda karşılaşılacak sorunların ifadelendirilmesinde, hizmet veren ve alanların öncelikle genel bir etik duruş ve beklentilerinin olup olmadığı, öte yandan hizmet sunanlar bakımından bir yönetim etiği yaklaşımının da eleştirel kriter olarak kullanılmasından kaçınılamaması durumudur. Konunun çevre olması ise sosyolojide görece yeni bir alan olması engelini de taşır. Modernliğin üretim güçleri eksenli bakış açısı nedeniyle, “Ekolojik kaygılar sosyolojiyi oluşturan düşünce geleneklerinde pek yer tutmazlar, dolayısıyla günümüzde sosyologların bu kaygılarla ilgili sistematik bir değerlendirme geliştirmekte zorluk çekmeleri de pek şaşırtıcı olmamaktadır.”(GIDDENS, 1998: 17) Bazen öne çıkan güncelin çözümlenmesidir. Lucaks şöyle der: “Kierkegaard’ın dediği gibi, “biz ileri doğru yaşarız ama sadece geriye doğru düşünürüz” ve “Tarih bize sorunların nadiren çözümlendiklerini, çözümlenmekten çok aşıldıklarını öğretmelidir.” (LUCAKS, 135, 220) Bu bölümde verilmiş pek çok örnek örnek için bu yargının doğrulandığı söylenmelidir. Bunun açıklaması da şudur ki, sorunlar ufak değişimlerle yinelendiğinde yeniden sorundurlar. Bazen de bütüncül olmamak, doğrudan doğruya en önemli sorundur. Aslında belediye örgütlenmesindeki hemen tüm birimler kendi alanlarında çevre ile ilgili kentsel hizmetleri sunmakla birlikte, bu hizmetler genellikle birbirinden kopuk olarak yürütülmekte ve hizmetler arasında bütüncül bir çerçeve bulunmadığı gibi daha makro bir çevresel bakışa da sahip olamamaktadırlar. Oysa “Belde veya kent için geliştirilecek çevre proğramı, ülkesel, bölgesel veya kentsel ölçekte geliştirilmiş veya geliştirilecek olan çevre politikalarına uygun olarak hazırlanmalıdır.” (Belediyeler…, 1998: 2-3) Aksi takdirde çevre sorunlarının küresel ölçekte sınır tanımazlığının çok daha küçük ve yerel ölçekte yaşandığı durumlara tanık olunabilir. Bu bölümde çalışmanın giderek daralan ve paralel olarak somutlaşan çerçevesi içerisinde, belediye hizmetleri, çevresel bir perspektifle değerlendirilecektir. “İmar planları ve imar mevzuatına dayalı işlemler”, “Kentsel mekandaki iktisadi işlevlerin denetimi”, “Kentsel kültür bilinci ve katılım”, “Büyükşehir ve İlçe Belediyesi düzeyinde Hizmet Paylaşımı” ve “Mevzuat ve Uygulama Sorunları” gibi ana konular ve başlıklar altında kuramsal ve felsefi tartışmalar eşliğinde somut örnekler ele alınacaktır. 1 – ÇEVRESEL ETİK AÇISINDAN BELEDİYE HİZMETLERİ Bu bölümde kuruluşundan, planlanışına, bir kültürel tasarım olarak yaratılışından, tüm kentlilerce benimsenip korunuşuna kadar çeşitli alanlarda kente ilişkin görüş, ilke ve tavırlarımız, çevresel bir etik geliştirilmesi yönüyle ele alınmaktadır. Özellikle bir önceki bölümde ele alındığı üzere, yeni bir ekonomik ve düşünsel çağın eşiğinde, kültürel değer ve bağlarımız öncekinden daha farklı bir bağlamda önem kazanmaktadır. ‘Varoluş’ ve ‘ait oluş’ sorgulamaları çerçevesinde belirginleşen kimlik sorunu, sahip olduğumuz ve kendimizi ait hissettiğimiz bir çevre gereksinimini, giderek ulus kavramından daha yerel ve parçacıl bir unsur olarak kent düzlemine taşımamızı gerektirebilir. Giderek uzaklaştığımız kamusal alanın, yeniden kurulması gereğine yapılan vurgu, kentlerdeki kamusal alanları yeniden kurmak ve daha aktif bir yurttaşlığı öncelikle kentdaşlık çerçevesinde canlandırmayı gerektirebilir. Bu kabuller ise kentli olarak varlığımızı kentsel çevre içinde somutlayabildiğimizi açıkça gösterir. Bugün belediye yönetimlerinde bulunanlar, geleceğe dair bir vizyon önermek kadar, bugünkü tasarı ve projelerinin kent çevresinde yaratacağı etkilerin sonraki kuşaklara olan etkilerini de hesaplamak zorundadırlar. Bu sorumluluk, kuşku yok ki bir bilinç ve etik üzerine inşa edilmektedir. Dolayısıyla kentsel çevre, çok yaygın ve doğru söylemle hem atalarımızdan bize kalan ‘miras’tır, hem de çocuklarımıza bırakacağımız ‘mirasımız’dır. Bu miras da korunmak ve geliştirilmeyi her yönüyle hak etmektedir. 1 – 1 – Bir Mimari Tasarım Olarak Kent Ankara’nın örnek olarak ele alındığı bu çalışmada, Belediye yönetim ve hizmet anlayışında çevresel unsurların yeri ve çevre etiği bakımından konunun irdelenmesinin ilk adımı olarak, kentin bir kültürel yapı olarak nasıl değerlendirildiğine ilişkin ipuçları aranacaktır. Bu nedenle, tarihi dönemlerdeki yeri, bir başkent olarak kuruluşu, sosyal ve ekonomik yapısı çerçevesinde, günümüze kadar olan süreçte, bu kültürel yapının nasıl kurgulandığı, korunduğu ve sürdürüldüğü sorunsalı, temsiliyet ile ilişkilendirilerek ele alınacaktır. 1 – 1 – 1 - Ankara’nın Tarihi Ankara bilinen yanıyla çorak bir kasaba iken, Cumhuriyet Dönemiyle bir başkent olarak kurulan ve imar edilen bir kenttir. Ankara, bu modernist rolü uyarınca, tarihi sürecin belirlediği ve dayattığı kendi kimliğini değil, ona biçilen bir rol uyarınca giydirilen bir kimliği taşımak zorunda kalmıştır. Bu iradi kimlik aynı zamanda onun için ağır bir yük de olmuştur. Ankara Etiler’den Roma’ya ve Bizans’a, Moğollar’dan Selçuklular’a ve Osmanlılar’a kadar çeşitli uygarlıkların gelip geçtiği, yerleşip devlet kurduğu bir toprak parçasıdır. Bir kent olarak kuruluşu Frigler ya da Galatlılar’a kadar dayanmakta ise de yörede yaşam kalıntıları, paleolitik (toplayıcılık ve avcılık) dönemlerine kadar geriye gider. Görkemini bu dönemlerin kalıntıları olan eserlere borçludur. Yani büyük kentlere kişilik kazandıran en temel unsurlardan biri eski kent ise Ankara bu açıdan çok önemli bir merkezdir. “Roma döneminde Ankara kenti Roma ve Augustus tapınağının bulunduğu bu kutsal tepenin etrafını çevirmektedir... Tapınaktaki “Yazıtlar Kraliçesi”’ne sahip olan Ankara, Türk arkeolojisi için olduğu kadar batı dünyası için de anlamlı bir merkezdir.” (AKURGAL,1990:17) “Bu tapınağın dışında Ulus’tan kaleye çıkan yokuşun solundaki bir arsada ortaya çıkarılan amfi-tiyatro; vilayet konağı yakınında bulunan bir heykel kaidesinden anlaşılan Dionysus tiyatrosu; Ulus meydanından Dışkapı’ya giden yolun sonundaki Roma harabelerinin kalıntılarından açığa çıkan dönemin en büyük hamamı. Bütün bu mekanları ile …dönemin kültürel yapısını şekillendiren bir kenttir.”(BULUÇ, 1996:18) Dolayısıyla Ankara, bu açıdan da kentdaşları nezdinde önemli bir tarihsel bilinç işlevi görmektedir. Büyük kentlere özgü koruma sorunlarıysa tarihi önemini azaltmamakta, aksine günümüz çevre bilincine de vurgu yapabilecek bir olanak sunmaktadır. 1 – 1 – 2 - Kuruluş Dönemi Sonrası Kimlik Dönüşümü Atatürk’e atıfla anlatılan bir ifadeye göre, tarihindeki ‘cumhuriyet’ deneyimi, Ankara için adeta genetik bir yeti özelliği taşımaktadır. Falih Rıfkı Atay’a göre ise meselenin neden Ankara’nın seçildiği şeklinde konulması doğru değildir. Ankara zaten Milli Kurtuluş Savaşının karargahıdır ve “Mustafa Kemal sadece Ankara’da kalmaya karar vermiştir.” (ATAY, 1980: 418) Sonuç olarak, Ankara, Atatürk için bir “proje”dir, hatta en büyük projesi için bir “prestij projesi” niteliğindedir. Bu nedenle de yapılan seçim, birçok simgeyi barındırmaktadır. Esas itibariyle Ankara, Anadolu’yu İstanbul’a göre daha gerçekçi olarak temsil etmektedir. Bu nedenle mekansal olarak, halkın sorunlarına ve yaşamlarına yakın olmak fırsatı elde edilmiştir. “Ülkeyi Ankara’dan yönetenler, İstanbul’dakinden çok farklı bir tutumla, halk kitlelerinin yaşantısına ortak olmuşlar, onlardan ayrı kişiler olmadıklarını davranışlarıyla ispatlamak yolunu tutmuşlardır.” (YAVUZ/KELEŞ, 1983: 75) Dönüşümün başarısı için bu ortaklık duygusuna hitap etmek büyük önem taşımakta idi. Çünkü dönüşüm ile amaçlanan, fizik-mekandan çok fikir-mekanda dönüşüm yaratabilmekti. “Bir aydınlanma çağı ürünü olarak... başkentin imarıyla amaçlanan, premodern bir insan topluluğunun modern bir topluma dönüşmesi için gerekli yaşam sahnesini yaratmaktı.” (TANKUT, 1994: 23) Bu sahne hem modern toplum için gerekli olan kurumlara mekan sağlandığı gibi bu kurumlar eliyle toplumsal modernleşmenin öncülüğünü yapacaktı. Dolayısıyla sürecin diyalektik yapısı ile bu kültürel dönüşüm projesi, aynı zamanda fiziksel bir dönüşümü de ivmelemekteydi. Cumhuriyetin kuruluşunda Cumhuriyetçiler Ankaralı olabilmişlerdir. Ancak yurttaşlık ve kenttaşlığın birleştirildiği bu yeniden üretilmiş kimlik, daha sonra gelenler için olanaklı kılınamamıştır. Belki de 1960’lara kadar uzatabileceğimiz bu kimlikteki toplumsal uzlaşmanın daha sonra gerilemesini birçok nedene bağlayabiliriz: Öncelikle göçle artan nüfusa karşın kentsel hizmet kalitesinde görülen düşüşün yarattığı genel bir etki söz konusudur. Öte yandan topoğrafya olarak sanayi kenti olmaya uygun bulunmayan Ankara’nın klasik devlet politikalarıyla belirlenen ekonomik yapısı da diğer bir unsurdur. Cumhuriyetin klasik devletçilik anlayışı ve politikaları iç pazarı kuvvetlendirmeye dönüktür. Birçok ulusal sermaye odağı devletle iş ilişkileri yoluyla bu dönemde oluşturulmuş ve güçlenmiştir. Ancak ekonominin dış pazarlara yönelmesi liman kentlerinin önemini artıran bir durum yaratmaktadır. Bu da gelir artışıyla birlikte kişilerin, hem tüketim bakımından daha yüksek standartlara ulaşabilecekleri hem de ticari olanaklardan daha fazla yararlanabilecekleri başta İstanbul gibi kentlere olan transferini açıklamaktadır. Ankara’da kalan ve giderek daha yoksul bir kesimin göçüyle genişleyen kitle ise Ankaralılık yerine geldiği kent ya da bölge bazında bir kimliğe ait olmayı daha fazla önemsemiştir. Yani çok belirgin bir şekilde Çorum ilinde kendini Çorumlu hissetmeyen kitle için Ankara’da Çorumluluk çok önemli bir tutunum noktası ve kimlik tanımı olmuştur. 1980’ler ise kent yapılarında imar plan ve kararları, yerel yönetim türleri, af yasaları uygulamaları gibi pek çok yasal ve yönetsel düzenlemelerin yapıldığı bir dönem oldu. Yasaya aykırılıkların sürekli olarak yasal korumaya alındığı bu dönem, bütün çabalara karşın bir karmaşa dönemi olarak tarihe geçti. Bütüncül projede ortaya çıkan her aksama, bireysel çözüm arayanları yeni sorun alanlarına pompaladı. Kenti terk eden ve dolayısıyla kent kültüründen de kendi istemleriyle kendilerini dışlayan bir varsıl kesim silueti belirginleşti. “1940’lı ve 1950’li yıllardan bu yana, kent, kentli, kent kültürü kavramlarının henüz yeterince içeriğini kazanamadığını” belirten Hamamcı’ya göre, “Bu kimseler için kültürel etkinlikler televizyon ekranı ile sosyal etkinlikler de “market”, “swimming pool” ve “fitness center” ile gönüllü olarak sınırlandırıldı. Bir başka anlatımla varlıklı kesim kendisini kentten soyutladı; isteyerek kendisine bir tür getto yarattı.” (1996: 107) Özetle bu dönem kültürel ortaklık projesinden de vazgeçiş anlamına gelen bir yapılanmayı meşrulaştırdı. Ankara bu saptamalar çerçevesindaki gerçekliğini yaşamakta iken, diğer yandan da zamanla Türkiye’nin akademik merkezi durumuna gelmiştir. Öğrenci sayısı olarak da fakülte sayısı olarak da İstanbul’u geçmiş yani bir öğrenci kenti olma niteliğini de kazanmıştır. Ankara’nın kültür yaşamı konusundaki bir diğer yargı ise şöyledir: “Ankara’nın kültür yaşamı ulusal medyanın “kültür-sanat” sayfalarının en “itilmiş” haberlerini oluşturur. Ankara’nın siyasi yaşamı ise zaten Ankara’ya ait değildir, ulusal bir nitelik taşır. Bu anlamda Ankara’nın dokusuna sinmiş olan siyaset kültürü,”başkent” olmanın bir sonucu olarak tüm yurda mal olur. Dünyadaki pek çok başkentin kaçınılmaz niteliği olan resmi ve ciddi pedagojik duruşu, tek gerçeği haline dönüştürüp bir kader gibi yaşar Ankara.” (NALÇAOĞLU, 1997: 20) Bu “pedagojik duruştan da kaynaklanan ve ekonomisi ve bürokrasisi ile taşıdığı ağırbaşlılık, Ankara’yı diğer iki büyük kentin kozmopolitizmden ve sektörel renkliliğinden yoksun kılıyordu. 1990’ların ikinci yarısı, Ankara’nın yerel yönetim yapılarını da çarpıcı bir değişimle batıcı ve modernist çizgiden geri çekmiştir. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana geçen süre içinde yozlaşarak da olsa ağırlığını hissettiren Batılı modernleşmeci yaklaşım artık yerini gelenekselci İslamcı-muhafazakar yaklaşıma bırakmıştır. Kent bu sefer de kendisini bu ideoloji ile tanımlayan bir yerel yönetimin elinde eğilip bükülmeye başlamıştır. Siyasal ve kültürel proje farklılaşması en belirgin temsiliyetini Ankara’nın sembolü tartışmasında yaşamıştır. Bu konuda paylaştığımız bir yaklaşıma göre, “Hitit Güneşi sembol olarak uzun yıllar sağda solda boy gösterdi. Hiçbir temsilin temsil ettiği şeyle özsel bir ilişkisi olamayacağı düşüncesinden hareketle bu sembolün de Ankara’yı ne kadar temsil ettiği tartışmasına hiç girmeyeceğim. Ama en azından şu söylenebilir: Bu sembol bugün onun yerini alan camili, alt-geçitli, metrolu, ay ve bol miktarda yıldızlı amblemin düştüğü birebir temsil tuzağına düşmüyordu.” (NALÇAOĞLU, 1997: 71) Ama her tür sembol gibi bu sembollerin de kısa sürede tümüyle yanında ya da tümüyle karşısında olanlar türedi. Sembollerle tartışılan şey, Ankara’nın gerçek çehresiydi. Nitekim tartışmaya Danıştay son noktayı koydu ve Hitit Güneşi’nin yerine yeni bir amblem getirilmesine ilişkin Büyükşehir Belediye Meclisi kararını iptal eden İdare Mahkemesi kararını onadı. Ancak bu kez, yargı kararlarıyla başı pek de hoş olmadığı kamuoyu tarafından bilinen Büyükşehir Belediye Başkanı, hukuki bir manevraya sığınarak, “Danıştayca iptale konu edilen Belediye Meclisi kararının, yargı aşamasında değiştirildiğini ve iptal edilerek yerine iki ayrı karar alındığını, bu nedenle iptali öngörülen karar nedeniyle amblem değişmesinin sözkonusu olmadığını” açıklamıştır. Bu açıklama bir büyük kentin hem de başkent olan bir kentin yönetiminin, hukuk nosyonu karşısındaki tavrının, model oluşturması bakımından önemini açıkça sergilemektedir. Sembol sorunsalı sadece amblem ile geçiştirilememiş, kentin siluetine eklenen kent mobilyaları da tartışma yaratan diğer unsurlar olmuştur. İncesu deresinin üzeri kapatılmış; Dikmen deresi kurutulmuş; Vadi uzun yıllar hukuk savaşlarına konu olmuş ve sonunda rant kazanmıştır. Beton bloklar tüm imar plan kararlarını aşarak yayılıp yükselmiştir. Atatürk’ün mirası olan Orman Çiftliği istilası hiç dinmemiştir. Sonra aynı yöneticilerce, Ankara için yapay şelaleler, yapay göletler, plastik havuzlar inşa ettirilmiştir. Doğal çevre tahrip edildikçe, yapay çevre gereksinimi artmış; Oyuncaklar büyüklerin de yaşamına girmiştir. Kentin girişlerine dev oyuncaklar yapma projeleri, seçim süreçlerinde “kent projeleri” olarak sunulmuştur. Mevcut değişim yalnızca kent mobilyalarının şekil ve içeriğinde olmamıştır. Dönemin esas ayırt edici yönü kültürel faaliyetlerin niteliğinde ortaya çıkan dönüşümdür. Ramazan ve Bayram Eğlenceleri, Karagöz ve Kukla Etkinlikleri, Ebru-Tezhip Kursları, Mehter Takımı gibi örnekler en belirgin aktiviteler olmuştur. (Ankara Büyükşehir…, 1999: 96-107) Kentin kimliği yanı sıra kentlinin kimliğinde de dönüşüm gerçekleşmiştir. Ankara’da kent kimliğinin oluşum sürecine getirilen bu hızlı ve kısmi bakış açısı kimlik politikalarının ne denli kırılgan olduğunu sergilemektedir. Yaşanan dönüşümün yansıdığı kent silüeti, tarihi çevre kadar doğal çevrede de bir tahrip yaratmakta, bu tahribata paralel kültür politikalarıyla kentli çehresinde de anlayışında da dönüşüm yaşanmaktadır. Bugün, yerelleşme vurgularını da içeren yaygın küreselleşme söylemleri, vatana bağlı olarak oluşan vatandaşlık kimliğinin giderek daha yerel unsurlarla tanımlandığı bir yönelime girmiştir. Bu da kentlilik bilincimizi öne çıkarıcı bir gelişmeye yol açmaktadır. Bu bilinci yaratmada, bugün gerek Büyükşehir Belediyesi’nin temsil ettiği kültürel yapı, gerekse cumhuriyet mirası olan ve batı değerleri ile de beslenmeye çalışılan kültürel çerçeve arasındaki gerilim, etik bir odaktan ele alındığında hem doğal hem de tarihi çevrede yaşanan dönüşümün başarılı bir süreç olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. 1 – 2 – Kentsel Planlama ve Uygulamanın Çevresel Etkileri Çevresel bir etik geliştirmenin büyük önem taşıdığı bir diğer hizmet alanı ise kentsel planlama esaslı hizmetlerdir. Çünkü plan kararları, yalnızca birer fiziksel mekan planına dönük karar olmayıp, aynı zamanda içinde tarihi, kültürel, sosyal unsurları da barındıran uzun erimli ve kalıcı etkileri olan sonuçlar üreten kararlardır. Bu kadar unsurun bir arada değerlendirilerek rasyonel bir sonuca varılması ancak görece optimal ama ağırlıklı olarak etik bir bakışla mümkündür. Çünkü kentsel düzlemde imar planları, genellikle rant üretim mekanizmalarıdır. Bu rantın ne kadarının topluma, ne kadarının gelecek kuşakları da gözetmek kaydıyla kamuya ve ne kadarının bireysel kullanıma açılacağına ilişkin karar, doğrudan doğruya etik bir karardır. Üstelik teknik ve hukuk, bu konuda, sadece etik tavrın perpektifi ile en sağlıklı yeri bulur. Bu bölümde ele alınacak tüm örnekler, bir yandan mevzuat boşlukları ve uygulama sorunları, öte yandan bu boşluklara dayalı işlemler üretebilen yetkililer ve vatandaşlar düzeyinde sorgulanacaktır. Ortaya çıkan tablonun yaygın ve kompleks yapısı da sorunun kapsamının ne denli geniş olduğunu göstermektedir. Üstelik yinelenmesi gereken en önemli husus da bu kararların çevre üzerindeki etkilerinin son derece yıkıcı olabileceğidir. Esas etik tavır da bu nedenle önemlidir. Çünkü yaygın kanıya göre, tümüyle ticari ve dolayısıyla görece insani olan imar düzenlemeleri çevresel bir etik kaygısından hayli uzak görünmektedir. 1 – 2 – 1 - Kent Planlaması Yoluyla Rant Oluşumu Ülkemizde imar planlaması sürecinin çok sorunlu bir süreç olmasının kuşkusuz pek çok nedeni vardır. Kentleşme sorunlarının plan yaklaşımını zedeleyen ana unsur olması; planların teknik olduğu kadar sosyal boyut içermesi, plan yapımının uzmanlık, teknolojik birikim ve deneyim gerektirmesi, sorunun çok boyutluluğuna paralel olarak çözüm için birçok birimin devreye girmesinin bütüncül perspektifi zedelemesi gibi birçok unsur sayılabilir. Ama belki de en önemlisi, plan yoluyla rant yaratılıyor olmasının getirdiği potansiyeldir. Kentleşmenin temel özellikleri izlendiğinde, yaygın olmayan ve dengesiz unsurlar içeren dağılım görülmektedir. Bu da hem sorunları belli merkezlere yığmakta hem de bu yığılım, boşalmanın gerçekleştiği kent ve bölge için olumsuz sonuçlar yaratmaktadır. (TOLAN,1977: 19-22) Eşitsiz yapı, iki düzeyde daha somutlanmaktadır: Birincisi kentlerle kırsal alanlar arasında görülen eşitsizlik, diğeri ise kentlerin içinde açığa çıkan eşitsizliklerdir. Dolayısıyla yönetim kademesindeki hiyerarşi, alt düzeye inildikçe daha az gelirle yetinildiğine ilişkin bir gösterge duruna gelir. (KELEŞ, 1985: 69-70) Bu da hem o bölgede yaşayanlar üzerinde hem de yerel yöneticiler üzerinde, en azından sayısal verilerle bir üst yönetim kademesine taşınmak ve böylece ekonomik cazibe niteliği artışı ve bütçeden daha fazla pay almak beklentilerini körüklemektedir. Bir diğer önemli unsur, modern teknolojinin kentin fizik mekanında uygulanması sonucunda açığa çıkan modern metropolitan alan yerleşme düzenidir. Özellikle bu teknoloji ve üretim faaliyetleri, büyük ölçekli, toplum ve coğrafi kısıtlamalardan serbest bir yapılaşmayı geliştirmiştir. “Tarihin her döneminde olduğu gibi şehir yerleşimi de onu kuran toplumun ve uygulanan teknolojinin bir ürünüdür. Sanayi şehrini nasıl bir sanayi toplumu meydana getirmişse metropolitan oluşumu da sanayi sonrası olarak tanımlanabilecek bir toplum gerçekleştirmiştir. Metropolitan fizik-mekan organizasyonu, farklı seviye ve türde bir teknoloji uygulaması ile bunları kullanma durumunda olan farklı yapı ve değişme dönemi içinde bulunan toplumlara göre şekil kazanır.” (AK, 1981: ) Türkiye’de kentler 1970’li yılların ortalarına kadar yağ lekesi halinde büyümüşlerdir. Bu tarihten sonra özellikle büyük kentlerde, toplu konut sunum biçimlerinin değişmesi, sanayi bölgeleri kurulması, yüksek öğrenim kuruluşları, sağlık kuruluşları gibi kamu hizmet binaları ile özel kesimin büyük kuruluşlarına ait yönetim merkezlerinin kampüsler halinde inşa edilmesi gibi eğilimler gelişebilmiştir. Sermaye ve mekan toplulaştırmalarına dayanan bu yöntemler sonucunda, kentlerin birer birer yapıların eklenmesiyle büyüme biçiminden, kente büyük parçalar eklenmesiyle büyüme biçimlerine geçilmiştir. Bu durumun kent formu bakımından sonuçlarının irdelendiği Habitat Türkiye Ulusal Rapor ve Eylem Planı’nda şu yorum yapılmaktadır: “Parçalar halinde büyüme olanakları ve rant ödemeden kaçınmanın kolaylığı kentin çevresinde sıçramalı bir gelişme ortaya çıkarmaktadır. Bu, başlangıçta boşluklu bir dokudur. Ama boşluklu alanlardaki arsaların sahipleri zaman içinde üzerinde doğan rantı gerçekleştirerek, olabildiğince yüksek yoğunluklu olarak yapılaşma oluşturmakta ve boşluklar dolmaktadır.” (Türkiye Ulusal…, 1996: 26) Bu sistematik tümüyle rant olgusu çerçevesinde kurgulanmaktadır. Çünkü bir yandan kent merkezindeki yüksek arsa rantı ödenmemiş olur, öte yandan spekülatif alımlarda rant gerçekleşmesi çok yüksek oranlara ulaşır. Bu hızlı ve kontrolsüz gelişimin önlenmesi için yönetim kademeleri kuşkusuz çeşitli kısmi çözümler üretmişlerdir. “Metropolitan alanlar, bölgelerine gelişmişliği yayan faaliyet merkezleri olarak bugünkü ve gelecek nüfusa bir büyük şehrin kaynaklarından ve potansiyelinden yararlanmak imkanı verir. Bu imkanların, diğer bir metropolün etkisiyle buluşuncaya kadar en geniş şekilde yayılmalarını sağlamak üzere ikinci ve üçüncü derecede şehir merkezleri yaratmak gerekebilecektir.” (GÜRER, 1969: 65) Ancak kent gelişiminin kendi dinamikleri dışarıdan müdahaleyi zor ve diğer akımın hızına göre yavaş kılmaktadır; bu da etkin bir yöneltim sağlanamaması sonucuna ulaşır. 1 – 2 – 2 – Planlama Sorunları Ancak kentleşmenin önemli bir sorun olarak yansıdığı en temel alan, planlama olmaktadır. Öncelikle bugün ortada bir mevzuat karmaşası bulunmaktadır. “20 kadar merkezi idare kuruluşu imar planı yapma, yaptırma ve ruhsat verme konusunda yetkili kılınmıştır.” (Yerel Yönetimler ve…, 2001: 101) Bunu aşmak için “bütünsel bir bakış açısı ve kapsayıcı işlem çerçevesi kurulmalıdır. “Metropolitan alan planları yapılırken, hem sosyal plancılar, hem de fiziksel plancılar kendileri ile ilgili alanların planlaması için çalışırlar. Fiziksel plancılar, nazım plan, bölgeleme (zoning) ve çeşitli konut meseleleriyle ilgili çalışmalar yaparlarken, sosyal plancılar sağlık ve sosyal yardım hizmetleriyle, eğitim hizmetleriyle ve toplumu ilgilendiren diğer hizmetlerle ilgili konuların planlaması ile uğraşırlar.” (İSBİR, 1982: 93) Çünkü “bir fabrikanın kuruluş yerinden, bir çocuk bahçesinin yapılmasına kadar, herşey toprağın doğru kullanılmasını gerektirir” (YAVUZ, 1975: 29-30) Özellikle Türkiye gibi nüfus artış ve kentleşme hızının yüksek olduğu ülkelerde rasyonel karar ve tedbirleri yansıtabilen planlama yaklaşımları daha da önemli olmaktadır. Emre Kongar, 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısını incelediği çalışmasında, üç sürecin belirginlik kazandığını ifade ediyor: “ulus-devleti güçsüzleştiren ‘küreselleşme’, arabesk bir yağma kültürü oluşturan ‘kentleşme’ ve halk katılımını yaygınlaştıran ‘demokratikleşme’. Kentleşme üzerinden oluşturulan hukuksuz yapıya Aktan’ın, halk yönetimi anlamına gelen demokrasi yerine hırsız yönetimi anlamına gelen “kleptokrasi” adını verdiğini belirten Kongar’a göre, “Gecekondu halkı kentsel ‘sosyalizasyon’ (yani toplumsal değerlerin ve kuralların öğrenilmesi) sürecini, yasadışı yollardan söke söke kopardığı konutunu ve her türlü ilişkiyi seferber ederek bulabildiği işini elde ederken yaşamıştır.” (KONGAR, 1998: 563,569, 574, 693) Bunu olanaklı kılan mekanizma, siyasal ilişkiler ve yerel seçim sürecinde kurgulanmıştır. Seçim periyodunda su yüzüne çıkan talepler genellikle kentsel ranta odaklıdır. Bu “söke söke alma” yaklaşımı yalnız gecekondu kesimi için değil, uluslararası ticaret ve ekonomik ilişkilerle bütünleşen sermayenin pahalı yatırım tercihleri için de geçerlidir. Gelişimlerin hızı ve sorunlara çözüm üretilmekte gecikilmesi, yerel bürokrasinin sürekli olarak “çağın vizyonunu yakalayamamak” odaklı eleştirilmesine ve kamuoyu nezdinde kolaylıkla itibar zedelenmesine uğramasına yol açabilmektedir. Böylece kentsel gelişmeyi ve kentsel görünümü belirleyen temel dinamikler, planın olduğu kadar, yöneticilerin kararlarının da dışında şekillenmektedir. Bu iki yanlı baskı yalnızca göçle oluşan plansız gecekondu tarzı yerleşme alanlarında değil, küresel ticari sistemin parçası olarak gelişen uluslararası havaalanı, dünya ticaret merkezleri, beş yıldızlı oteller, marinalar, uluslararası kültürel etkinlik mekanları, borsa binaları, dünya fiyatlarında pazarlanan prestij konutu kompleksleri için talan edilen alanlarda da görülmekte; buralarda da plan çoğu kez sonradan tamamlanan bir çalışma olmaktadır. “Plan, çoğu kez birincisini yasallaştırmanın, ötekinin önünü açmanın aracıdır.” (YÜCEL, 1996: 35) “Bu binaların birçoğunun mimari karakteri, aynı dönemde dünyanın diğer metropollerinde yapılan emsalleriyle benzerlik göstermekte ve fiziki varlıklarıyla uluslararası bir zincirin parçaları olduklarını açıkça dile getirmektedirler. Yani bir yere değil, herhangi bir yere aittirler.” (BOYSAN, 1996: 51) Üstelik bu bölgelerde yaşayan ve çalışan yüksek prestijli, özel güvenlikli iş ve konut bölgelerinde yaşayanlar da, ikili yapının, yoksul kesimi ile benzerlikle sadece kendi çevrelerinde yaşayabilmekte ve bu anlamda dünyanın bir başka metropolündeki yüksek gelirliyle, kent içindeki düşük gelirliden çok daha yakın ilişki içinde olabilmektedir. Her iki yapılanma da ranta ve gelişmeye odaklı farklı kültür dünyalarının yansılarıdır. Erder’in “Hukuk dışı mekandaki yurttaşlar” olarak tanımladığı bu kesimin özelliği, bulundukları yerlerde bir ortak yaşam kurmaya çalışmaları ve bu kurgunun temel dayanak noktaları olarak, akrabalık, hemşehrilik, köylülük gibi kökene dayalı ilişkiler ve inanç grubu oluşturan cemaat ilişkileri kurmalarıdır. (ERDER, 1996: 38-39) Bu alanların, kamu yönetimlerince, en kolay gözardı edilebilecek alanlar olarak görülmesi ise o bölgede yaşayanların isteklerini, kamu yönetimlerine açıkça ve kurumsal olarak ifade edebilme olanaklarını kısıtlamaktadır. Dolayısıyla kamusal olanaklara ve asgari yaşam koşullarına kavuşabilmeleri, ancak kamu yönetim mekanizmasının zorla harekete geçirilmesiyle mümkündür. Bu gerilimlerin siyasete yansıması, sık sık af yasaları çıkartılarak gecekondu bölgelerindeki toplumsal muhalefetin masedilmesi çabalarını yaratmıştır. “1980 yılına gelinceye kadar toplumsal muhalefetin mevcut düzenle kopma noktasına geldiği dönemlerde sözkonusu olan gecekondu afları bu tarihten itibaren periyodikleşmiş ve …aynı konuda beş kanun çıkarılarak, gecekondular ilerici toplumsal muhalefet odağı olmaktan çıkarılmıştır.” (TMMOB, 1991: 38-39) Yani böylece “toplumsal muhalefet” ögesi “bireysel fayda” ile giderilmiştir. Dolayısıyla hem plan kararlarını zorlayan kesimlerin baskısı hem de planın yaratacağı rantın sergilediği ekonomik/siyasi çıkarlar, etik bir alan yaratır. Plan konusunun kendi başına ahlaki bir sorun olduğunu teslim etmek, planın yapımından değiştirilmesine kadar bütün olarak sürecin değerlendirilmesini gerektirir. “Bugün Türkiye’nin özellikle üzerinde durması gereken konu bu plancı-politikacı işbirliğinin ahlaki temellerini kurmaktır… Kentte olduğunuz için bir rant doğuruyorsunuz ve o rantı da dağıtıyorsunuz… Ama bu, rantın nasıl dağıtılacağı da yok ortada, kuralları da yok. Bunun ahlakı da henüz belirlenmemiş.” (TEKELİ, 1991: 32, 34) Bir siyasetçi olan seçilmiş belediye başkanının, halkın taleplerine duyarsız kalması beklenemez ise de bu taleplerin, yasal mevzuat açısından durumu ve toplumun tüm kesimlerinde yaratacağı etkiler önemsenmelidir. Belediye yönetimleri içerisinde İmar Müdürlüğü örgütlenmesi bu nedenlerle çok önemlidir. Her şeyden önce konu pek çok yasa ve yönetmelik kapsamında düzenlenen ve dinamik bir sürece dayalı olarak işlemektedir. Bu ayrıntılı yasal düzenlemelere karşın, kent düzleminden bölgesel planlara, revizyon planlarından tekil bina işlemlerine kadar imar uygulamaları, yasal ve etik sorunları barındıran bir alandır. Toplumsal boyutun da gözetildiği çevresel bakış açısı çoğu zaman ihmal edilmekte ve kent düzleminde çevre katliamlarına çok boyutlu ve çeşitli işlemlerle yol açılmaktadır. İşte bu önemi nedeniyle belediyelerde kurulan İmar Müdürlükleri ve alt örgütlenmelerinde yetkin ve erdemli nitelemelerine uygun personel örgütlenmesi ve işleyiş mantığı getirilmelidir. Bu konuda tekil örneklendirmelere geçilmeden, gerek üst ve alt düzey belediyeler arasında “uzlaşma” yolu ile yapılmış ve yürürlüğe konmuş planlar, gerekse “uzlaşmazlık” içeren plan çalışmaları aynı açıdan ETİK bir sorgulama ile ele alınmalıdır. Çünkü bazen “uzlaşı” etik açıdan sorunlu bir işleme dayanmakta bazen de tam tersi olmaktadır. Oysa kentlerimiz bu tür öznelliklere feda edilemeyecek kadar önemli imar sorunları yaşamaktadırlar. 1 – 3 – İmar Planları ve İmar Mevzuatına Aykırılıklar 1 – 3 – 1 - İmar Planlarının Önemi Beldelerin imar yönünden düzenli olması, imar planlarının yapılaşma ihtiyacının önünde hazırlanması, hazırlanan imar planlarının da yine yapılaşma ihtiyacının önünde mekana yansıtılmasına bağlıdır. Bugüne kadar, imar planı yapımı, bilhassa büyük şehirlerde yapılaşmanın ve yapılaşma ihtiyaçlarının gerisinde kalmış, yapılaşmaya yön verme yerine, gelişigüzel oluşmuş yapılaşmayı koruma mecburiyetinde kalmıştır. Bu durum da olması gereken ile olan arasında bir gerilime ve bu gerilime dayalı farklı popülist yaklaşımların prim yapmasına yol açmıştır. Servet birikiminde gayrimenkulün önemli bir yer tuttuğu ülkemizde bu sorunun beslediği imar davalarının kabarıklığı da anılan gerekçelere dayanmaktadır. İmar mevzuatı ve uygulamaları kamu yararına dayanan işlemlerdir. Bu nedenle kişisel yarar aleyhine kamu yararının tercih zorunluluğu ve en sık karşılanan boyutu ile imar düzenlemeleri yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahaleler, doğrudan mali boyutlu kararlar olduğu için sık yargılama konusu edilmektedir. Aynı husus, imar mevzuatında düzenleme yapma yetkisi ile birlikte önemli bir etkinlik konumuna yükselen siyasi ve bürokratik kademelerin imar düzenlemelerine sık müdahalelerinde de müşahade edilebilir. Kamu bürokrasisi ve kamu yararı, kamu hizmeti kavramlarının tartışmaya açılması, özelleştirme gereğine ilişkin kamuoyu oluşturulması gibi süreçlerle birlikte, mevzuata da özel okullar ve hastaneler gibi olgular girmiştir. Gelişen ekonomik koşullarla beslenen bu yeni bakış ve düşünüş geliştirilmesi süreci, bu okul ve hastanelerin kuruluş süreciyle de çakışmaktadır. Ancak bu çakışma, bir yandan yeni bir hizmet, maliyet ve yarar vizyonuna gereksinimi ifade etmekte iken diğer yandan kaldırılması gerektiği ileri sürülen, hantal, karmaşık ve suistimale açık yapılardan da yararlanmayla eşzamanlı gelişince ortaya ilginç bir tablo çıkarmaktadır. Çünkü imar plan ve mevzuatına aykırılıklar, en önemli tahribatı çevre üzerinde yapmakta, kentlerin gelişimini olumsuz etkilemekte ve gerek bireyler gerekse yönetimler tarafından da etik açıdan sorgulanması gereken örnekler yaratmaktadır. 1 – 3 – 2 - Otoparklar Sorunu Ulaşım sorunu irdelenirken, otopark konusunun ihmal edilmesi mümkün değildir. Büyükkent insanlarının birçoğunun bedensel ve ruhsal sağlık yapılarını etkileyen unsurlardan biri de trafik ve park konusudur. Evinden işine binbir güçlükle gelen insanın sinirlerinin bozulmaması, bunun da işine ve dolaylı olarak verimine etki yapmaması olanaksızdır. Bir şehircinin New York’la ilgili olarak verdiği örnek, birçok büyük şehirde yaşanmakta olan tabloyu özetlemektedir: “Otomobilleriyle işlerine gitmenin güçlüğünü, hele parketmenin imkansızlığını bilen milyonlarca New York’lunun, tıklım tıklım dolu gelen metro vagonlarına binme çabaları ve bu sırada çıkan tartışmalar, onur kırmalar, kavgalar” (ÖZDEŞ, 1972: 4) Bugün merkezlerde yığılma yaşanan her büyük şehirde, insanların yürüme hakkını ve imkanlarını zedeleyen kaldırım işgalleri, zaten yeterli olmayan cadde ve sokakların bir de park eden otomobillerle doldurulması ve daraltılması büyükşehir yaşamının en tipik göstergeleridir. Şehrin nüfusunun artması ve taşıt sayısındaki çoğalma ile yollar için ayrılacak toprağın önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Trafikteki yoğunlaşma bir yandan kendi ihtiyacı olan toprağa talebi yükseltirken, bir yandan da ulaşımın gerektirdiği tesislere yer ayrılması, otoların park yeri ihtiyaçları, yayalar için gezebilecek, alışveriş edebilecek yerlerin miktarını sınırlayıcı etkide bulunmaktadır. Şehir içinde özellikle merkezi alanlarda toprak talebinin yüksekliği fiyatları olabildiğince artırdığından, otolar için geniş çapta otoparklar yaptırmak belediyeler için sorun olmaktadır. Bu hususta ciddi projeler üretilmelidir. Ancak inşaat sahiplerinin ısrarla yasal olarak yapmak zorunda oldukları otoparkların yapımından kaçındıkları ve rant güdüsüyle buralarda kaçak ve projelere aykırı olarak oturma ve ticaret alanları yarattıkları görülmektedir. Özellikle kent merkezlerindeki yüksek arsa bedelleri, ilgilileri bu yasa dışı uygulamalara iterken, zaten çok yoğun olan merkezdeki park sorunlarını da artırmaktadır. (Örneğin Ankara’nın büyük alışveriş merkezlerinden biri olan ve bir prestij mekanı sayılabilen Real mağazasının imar işlemleri sürecinde otopark inşaatı konusunda her tür rant ve menfaat söylentisine yol açan gelişmeler yaşanmıştır.) Kamuoyunun gündemine kamusal yarar tartışmasıyla giren özel hastanelerde de benzer sorunlar yaşanmaktadır: “Güven Hastanesinin B Bloktaki ilk üç katının, projede otopark gözüktüğü halde hastane olarak hizmet verdiği belirlendi. Otopark olmadığından sokaklarda park nedeniyle mahalleli mağdur oldu.” “Kavaklıdere semtindeki City Hospital skandalı, Çankaya Belediyesinin kuruluş yılarında başladı. Belediyece satışa çıkarılan ve imar planında yeşil alan olarak görünen arsa, satıştan hemen sonra konut alanına çevrildi. Daha sonra da hastane projesi yapılarak inşaat izni alındı. Ancak daha sonraki Çankaya yönetimince iskan ruhsatı verilmedi. Bunun üzerine Sağlık Bakanlığına “çalışma izni” için yapılan başvurusu; Özel Hastaneler Tüzüğü’nde “iskan ruhsatı alma şartı” bulunmasına rağmen çalışma izni verildi. Vatandaş başvurusu üzerine mahkeme kararı ile “çalışma izni”nin iptal edildiği aşamada ise bu kez iskan ruhsatı alma başarısı gösterildi. Nihayetinde 2001 yılı içinde Büyükşehir Belediye Meclisinden geçirilen 1/5000’lik plan ile konut parseli hastane alanına döndürüldü.” 1 – 3 – 3 - Kentin Soluk Boruları: Vadiler İmar mevzuatına aykırılıklar sadece otopark sorunu olarak somutlanmıyor, belki biraz daha sürece yayılabilen ama etkisi çok daha yıkıcı olabilecek bir sorun da kentlerin yakın alanlarındaki vadilerin gerekli düzenleme çalışmaları yapılmadığı için benzer rant beklentilerinin kurbanı edilmeleri örnekleridir. Esas olarak vadiler konusundaki her tür düzenleme çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bir yandan kent merkezinde ender bulunan bir yeşil alan bölgesi için düzenleme yapılmasının o bölgedeki rantı artıracağı yargısı, öte yandan genel olarak konut yapımı ağırlıklı bir sürekli baskı mekanizmasının varlığı, tartışmaların doğal zeminini oluşturmaktadır. “Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi” olarak bilinen Dikmen Vadisi’nde, proje kapsamında yapılan muhtelif değişiklikler, mahkeme kararları ile belirlenen süreçler sonucu sürekli olarak değişim yaşamış, plan karar ve uygulamalarının bu değişime ayak uydurmasının sağlanması ise gerçekleştirilememiştir. Plan kararlarının aşamalarına bağlı olarak plan yapma merciinin de yeniden düzenlenmesi, belediyeler arası mücadele için yeni bir alan yaratmıştır. Sonuçta yararlananı ve zarar göreni ile vatandaşa olan olmuştur. Örneğin projenin uygulanacağı alana sınırı bulunan bazı parseller, “konut bölgesi” olarak ayrılmış iken, Vadi Projesinin 02.08.1990 gün ve 289 sayılı Büyükşehir Belediye Meclisi kararı ile onanması üzerine, Meclisin 28.08.1997 gün ve 505 sayılı kararı ile “1/5000 ölçekli Dikmen Vadisi Projesi 3., 4., 5. bölgeler Nazım İmar Planı Değişikliği” yapılması üzerine, yapılan planın şehirleşme ilkelerine aykırılık taşıdığı ve konut yoğunluğunu artırdığı gerekçesiyle Çankaya Belediyesi’nce mahkemeye gidilmiştir. Öte yandan yapılan bu değişiklik ile bu kez parsellerin “önceki kesin parselasyon planındaki kullanım kararlarına ve yapılanma koşullarına dönülmek üzere, plan onama sınırı içerisinde konut kullanımına ayrıldığı” belirtilmesine ve sonraki işlemlerin 3030 sayılı yasa hükümlerine göre İlçe Belediyelerince yerine getirilmesi gerekmesine karşın dava süreci göz önünde bulundurularak, 1/1000’lik planlar yapılmamıştır. Bu planların yapılmaması ve dava konusu edilmesi karşısında da bu kez plan kapsamı dışında bulunan parseller için Çankaya Belediyesi’nce hazırlanarak onaylanmak üzere Büyükşehire gönderilen planlar, “tek parsel için işlem yapılamayacağı” gerekçesiyle iade edilmiştir. Bu kez bölgede “Dikmen Vadisi 3.Etap ile Yıldızevler özel proje Alanı II: Etabı” oluşturan 1/5000 ölçekli nazım imar planı, Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 16.11.1999 gün ve 674 sayılı kararı ile onanmıştır. Ancak bu plan incelendiğinde, plan değişiklikleri sürecinde daha önce plan kapsamında olup, revizyon planla dışarıda bırakılan alanlar hakkında hiçbir işlem tesis edilmeyerek, onama sınırı dışında bırakıldıkları görülmüştür. Böylece 1950’li yıllardan 1990’lı yıllara kadar üç katlı konut bölgesi olarak bilinen imar planlı parseller, plansız ve tanımsız bir duruma düşürülmüştür. Dikmen Vadisi Konut ve Çevre Geliştirme Projesi çerçevesindeki tartışmalar 1999 yılından önce başlamış olup Büyükşehir ve Çankaya Belediyesi arasında onlarca dava açılmıştır. Ankara 4.İdare Mahkemesi, 15.11.2000 tarihinde verdiği kararda, “Büyükşehir Belediyesi’nin, 3030 sayılı kanun gereğince, Dikmen vadisinde inşaat ve iskan ruhsatı veremeyeceği hükmüne varmıştır. Büyükşehir bütünlüğü içinde, nazım imar ve tatbikat planları ile ekleri uyarınca, ilçe belediyeleri, inşaat, onarım ve yapılaşma projelerini aynen veya değiştirerek onaylar, temel ve temel üstü ruhsatı iş ve işlemlerini yerine getirir, iskan ruhsatı verir. Yetki ve sorumlulukların tadadı olduğu açık olup, esasen ilçe belediyelerinin görevleri yönetmelikte de açıkça belirtilmiş bulunduğundan, Büyükşehir belediyelerinin bu konularda yasal olarak yetkili olduğu savı yerinde bulunmamıştır.” Denilmiştir. Dikmen Vadisi ve Portakal Çiçeği Vadisinde 2001 yılı ağustos ayında yasal harçları ilçe belediyesine ödenmek üzere her türlü imar yetkisini Büyükşehir Belediyesine devreden Çankaya Belediyesinin, bu Meclis kararını alırken konunun Meclis İmar Komisyonu’nda görüşülmeden kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır. Ancak Büyükşehir Belediyesi’nce anlaşmaya uyulmaması ve Çankaya’ya hiç harç yatırılmamasına ek olarak işlemlerin en son aşamasında iskan ruhsatı başvurusu yapılması karşısında, önceki borçlar yatırılmadığından anlaşma bozulmuştur. Çankaya Belediye Meclisi’nin, önceki kararın iptali ve yetki devrinin geri alınması kararı karşısında bahse konu vadilerdeki konut ve işyerleri ruhsatsız ve kaçak duruma düşmüştür. Öte yandan “yetki devri” işlemine esas meclis kararını bir avukatın mahkemeye başvurarak iptal ettirdiğini öğrenmekteyiz. “Yetki devri”nin geçerli olduğu 6 aylık sürede Büyükşehir Belediyesi’nin hızlı bir plan üretimine geçmek suretiyle yeşil alanların yüksek yoğunluklu konut alanlarına dönüştürüldüğü, vadi girişlerinin daraltıldığı ve vadilerin rant projeleri olarak değerlendirildiğini belirten bu şahsa göre, Dikmen Vadisi iki ayrı etapta 344 bin metrekarelik konut alanı 475 bin metrekareye, konut sayısı 1377’den 4200’e çıkarılmıştır. Bir diğer benzer durum İmrahor Vadisi’nde yaşanmakta ve basın yoluyla ilgililer uyarılarak Ankara’nın hava sirkülasyonunu sağlayarak, hava kirliliğini azaltmak suretiyle akciğerlerini besleyen en önemli damarlardan olan vadinin, atılan inşaat artıklarının oluşturduğu dev çöp tepeleri ve hiçbir peyzaj ve düzenleme olmaması karşısında elden çıkacağı uyarısı yapılmaktadır. Bütün bu gelişimler bize bir temel soruyu yineletiyor: Kalabalık ve sağlık sorunlarını yoğun yaşayan kentlerde, otopark gereksinimi yerine hastahanelerin yatak sayısını artırmaya dönük uygulamalar, mevzuat aykırılıklarına karşın hoş görülebilir mi? Konut sorununun bu kadar yoğun yaşandığı ve göç sarmalı ile artarak sürdüğü büyük kentlerde, konut sorunu, vadilerde yapılacak boş ve yeşil alan düzenlemelerine göre öncelik taşımakta mıdır? İmar aykırılıkları ülkenin ekonomik ve siyasal yapılanmasının kaçınılmaz bir sonucu mudur? Bu çerçevede imar afları öncelikle insani bir sorun olarak mı ele alınmalıdır? 1 – 3 – 4 – Başkent Hastanesi Konunun bir başka önemli yönü ise kamu yararının sürekli tartışılır duruma gelmesidir. Kamu yararı kavramı, günümüz idare bilimi söylem dünyasında öne çıkan önemli bir kavram. Neredeyse tüm reformlar, reorganizasyonlar, yeni vizyonlar, çözüm önermeleri, bu kavramsallaştırmadan dayanak almaya çalışmaktalar. Bu nedenle kavramın bizatihi kullanımı, uygulandığı alana, önceden bir kabul edilebilirlik kazandırıyor. Bu özelliği nedeniyle de yarar kavramının en yoğun hissedildiği, imar alanında en sık başvurulan sözcükler arasında bulunması doğal kabul edilmelidir. Bir başka örnek olay, devletin birçok düzeydeki kurum ve kuruluşlarının, belediyelerin, bakanlıkların ve yargının (yani aslına bakarsanız, yasama, yürütme ve yargı erkinin), konuya bakışını netlikle sergilemektedir. Türkiye’nin birçok yerine oranla daha az imar karmaşası yaşandığı varsayılan Ankara’da, Ankara’nın başkentliğinden çağrışımla, kurulan Başkent Hastanesi imar sorunları bakımından önemli bir örnek oluşturmaktadır. Başkent Üniversitesi’ne ait işlemlerin yaklaşık olarak tüm süreci dava konusu olmuştur. Bu nedenle süreci dava akışı ile birlikte ele almak kaçınılmaz olmuştur. Bugünkü tesisin çekirdeği olarak kabul edilebilecek parselde, ilk imar uyuşmazlığı, Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı adına hastane olarak gözükmekte olan binaya, 1984 yılında mevcut imar durumuna göre temel ruhsatı verilmesi; ancak ilgilinin 1986 yılında müracaat ederek imar mevzuatına aykırı olarak yapılan yapılara ait müracaat formu ile af yasası kapsamına girmesiyle başladığı kabul edilebilir. 1988 yılında ise parsellerin birinde bulunan mevcut 4 katlı binanın 1 kat ilavesi ile 5 kat, diğerinin üzerinde yapılmak istenen binanın ise 7 kat olarak belirlenmesinin Çankaya Belediye Meclisinin kararı ile kabul edildiği görülmüştür. Ancak anılan tarih itibariyle konu, günümüzde yaşanan süreçten tamamen farklı gelişecek ve Ankara Büyükşehir Belediyesinin bu değişimin tamamını onamadığı ve 16 parseldeki kat adedini 7 kattan bölge nizamı olan 4 kata indirdiği görülecektir. Aradan 10 yıl geçtikten sonra aynı konuda Ankara Büyükşehir ve Çankaya Belediye Meclisleri tekrar karşı karşıya gelmiş ve bu kez Çankaya’nın reddettiği 8 kat izninin Büyükşehir tarafından resen onanmıştır. Ancak talep tarihinde zaten ilgililer tarafından ek kat inşaatları tamamlanmış olduğundan, bu bölümlerin yıkılması, vatandaşlarca dava konusu edilmiştir. Öte yandan imara aykırı yapılaşmanın sürmesi üzerine birkaç parselde yeralan binalar ile ilgili olarak Çankaya Belediye Encümeni tarafından muhtelif ceza kararları alınmış ancak bu aykırılıklar, yeniden Meclislere gönderilmek suretiyle yasallaştırılmaya çalışılmıştır. Buna göre önce 23.05.1996 gün ve 247 sayılı Büyükşehir Belediye Meclisi Kararı ile 1/5000 ölçekli planda, sonra 10.01.1997 tarih ve 9 sayılı Çankaya Belediye Meclisi kararı ile 1/1000 ölçekli planda gerekli düzeltmeler yapılarak plan mevcut duruma uydurulmuştur. Bu onaylanan planlar ile bahse konu parseller, Başkent Üniversitesi Sağlık Tesisleri Alanı olarak belirlenmiştir. Yani açıkça 3194 sayılı yasaya göre 32.madde uyarınca işlem yapılması gereken durumda, 10.İdare Mahkemesi bilirkişi raporunda belirtildiği üzere, “bir çeşit imar affı uygulanmıştır.” Plan notu açıkça, Çankaya Belediyesinin cezai işlemlerinde yeralan aykırılıkları saymakta ve “bu kararlar ile tesbit edilen mevcut durum, imar durumudur.” Şeklinde bir ibare ile konuyu kapatmaktadır. 1999 yılına gelindiğinde ise Üniversite yapı alanını genişletmek istemekte ve buna dayanarak yeni plan talebiyle ortaya çıkmaktadır. 1/5000 ölçekli kat rejim planlarına göre talep konusu parsellerin bir kısmının 4 katlı konut alanı olarak tanımlandığı, bir kısmının ise kullanım kararının yüzme havuzu olduğu bilinmesine karşın; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığınca, Çankaya İlçesi sınırlarında olup konut kullanımındaki bu parsellerin sağlık tesisi kullanım alanına dönüştürülmesi ve kat ilavesi verilmesi için 1/5000 ölçekli nazım imar planının değiştirilmesine yönelik 30.11.1999 tarih ve 707 sayılı karar tesis edilmiştir. Bu karar uyarınca kabul edilen nazım planla; dört kat konut parselleri arasında, zemin+7 kat yapılaşmaya olanak tanınması suretiyle hem bölge kat nizamı dışına çıkılması, hem de konut blokları arasında hastane kullanımı getirilerek, tüm alt ve üst yapı hizmetlerini olumsuz yönde etkileyebilecek bir yapılaşma öngörülmüştür. Bahse konu işlemin iptali istemiyle, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanlığının, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığına karşı 10.İdare Mahkemesinde E:1999/1374 dosyasında dava açtığı ve mahkemece sözkonusu uyuşmazlığın çözüme bağlanabilmesi için mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılmasına karar verildiği ve yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda bilirkişiler tarafından ibraz olunan rapor sonucuna göre, Mahkemenin 07.02.2001 tarih E:1999/1374, K:2001/157 sayılı kararı ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığının bahse konu kararının, imar mevzuatına, planlama esaslarına, şehircilik ilkelerine ve kamu yararına uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verildiği, kararın temyiz aşamasında olduğu anlaşılmaktadır. Bu kararın doğal uzantısı olarak, Başkent Üniversitesi Rektörlüğünün Ankara Büyükşehir Belediye Meclisince onaylanan 1/5000 ölçekli nazım plan kararlarına göre Başkent Üniversitesi Hastanesi olarak ayrılan alanda 1/1000 ölçekli uygulama imar planı yapılması için müracaat edilmiştir. Belediyenin, bu isteminin reddi yolundaki işlemi ise yeni bir davaya yol açmıştır. Bilahare Başkent Üniversitesi Rektörlüğünün başvurusu üzerine, Çankaya Belediyesi’nce önceki imar durumu esas alınmak suretiyle 4 kat üzerinden verilen yapı ruhsatının iptali için, vatandaşlar tarafından 10. İdare Mahkemesi’nde açılan E:2000/1469, K:2001/386 sayılı davada, 20.03.2001 günlü kararla ruhsat iptal edilmiş müteakiben onlarca ayrı dava yürümüştür. Son olarak, Başkent Üniversitesi’ne ait parsel sayısının artırılarak, sözkonusu alanın Hastane ve Eğitim Tesisleri Alanı olarak ayrılmasına yönelik 1/5000 ölçekli nazım ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planları Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürlüğünce 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 9. maddesine göre 04.06.2001 tarihinde onaylanmıştır. Onay işlemi üzerine, Çankaya Belediyesi tarafından Danıştay 6.Dairede yapılan müracaatla, Bakanlığın onama işleminin iptal edilmesi istenmiştir. Bütün bu süreçte öncelikle ele alınması gereken husus, bu örnek olayda da görüldüğü üzere, uygulamaların doğruluğunun da yanlışlığının da ilgili kurumlarca kamu yararı açısından savunulmakta oluşudur. Örneğin, Genelkurmay Başkanlığı tarafından, konuya ilişkin olarak çeşitli yasalar ilgi tutulmak suretiyle hastane ile ilgili imar uygulamalarının eleştirildiği yazıda, “Anıtkabir, korunması gereken taşınmaz kültür varlıklarımızdan olup, aynı zamanda “sit” alanıdır... Sözkonusu yapının nazım ve imar planlarına uygun olarak yapılması gerekirken, Büyükşehir Belediyesinin kararıyla planların yapıya uydurulmaya çalışıldığı görülmektedir... Anıtkabirin görünümünün ve çevre dokusunun dikkat çekici bir şekilde tehdit altında olduğu değerlendirilmektedir.” İfadeleri yer almıştır. Yazı aynı zamanda, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 5.maddesine atıf yapmak suretiyle, “maddenin a/7 fıkrasına göre, üniversiteler kamu tüzel kişiliği sıfatları nedeniyle, kamu yararı kararı verebilen ve kamulaştırma yapabilen merciler arasında sayılmıştır. Bu durum, ileride bu hastanenin lehine düzeltilen imar planının mesnet olarak alınması ve o civarda kamulaştırma yoluyla genişlemesi gibi bir sonucu da beraberinde getirecek mahiyettedir.” şeklinde bir öngörüde bulunmuş; müteakip gelişimler de bu öngörünün gerçekleştiğini sergilemiştir. Buna mukabil Kültür Bakanlığı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu 23.06.2000 günlü yazısında binanın Anıtkabir Sit Alanı dışında olduğu ve 2863 sayılı yasa kapsamına girmediği ifade edilmiş; “konunun uzmanlarının raporlarında, sit sınırı genişletmesinin gerçekçi olmadığı ve bilimsel ve yasal bir dayanağı bulunmadığı görüşü benimsenmiştir” şeklinde yorum yapılmıştır. Öte yandan konuya ilişkin en detaylı bilirkişi incelemesi raporu niteliğini taşıyan 10.İdare Mahkemesine sunulan rapor, kamusal yarar ve kullanım hususlarını, konuyu tarihsel gelişimi içinde incelemiştir. Sonuç olarak, aynı kavramsal düzlemden hareket eden ve tümüyle karşıt sonuçlara ulaşan kararlar, yaklaşım farklılığını apaçık sergilemektedir. Örnek olay düzleminde anlatılan konular, kuşkusuz birçok farklı örnek ve farklı alanda da tartışma yaratmakta ve bu konulara ilişkin BAHSİ GEÇEN TÜM KURUMLARIN işlemleri, etik açıdan sorunlu unsurlar taşımaktadır. Örneğimiz çerçevesinde, imar plan ve mevzuatına aykırı olarak rant mücadelesine ve kaçak uygulamalara başvuran VATANDAŞLAR; Kaçak yapılar ile ilgili denetimin geciktirilmesi boyutuyla İLGİLİ BELEDİYE; Sürekli af beklentisini körükleyecek yasal düzenlemelerle suistimale açık bir yapı yaratan ve bu anlamda denetim görevini de köstekleyen yaklaşımlarıyla HÜKÜMET etik açıdan sakıncalı bir örnek oluşturmaktadır. 1 – 4 – İmara Aykırı Yapılara Uygulanan Cezalar İmar mevzuatına aykırı yapılarla ilgili olarak, konuya ilişkin mevzuatımız, yıkım ve para cezaları gibi müeyyideleri de kapsamak üzere, idareleri, kamu düzenini sağlama yükümlülüğü çerçevesinde yetkili ve sorumlu kılmıştır. Oldukça yaygın ve kapsamlı hükümlerle etkinliğin sağlanmaya çalışıldığı bu alanda, konuyla ilgili olarak: 1- Gecekondular konusunda 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18, 2- Ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılar hakkında 3194 sayılı imar kanununun 32 ve 42, 3- Zilyedliğin korunması konusunda 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyedliğine Yapılan Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkında Kanunun 1.maddelerindeki hükümler, kaçak ve ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılar ile Devlete ve kamu kuruluşlarına ait taşınmaz mallara yönelik tecavüzlerin önlenmesi konusunda valilere, kaymakamlara ve belediyelere önemli görev ve yetkiler vermektedir. 1 – 4 – 1 - İmar Ceza Kararları Konusunda Yaşanan Sorunlar İmar Kanunu’nun 32. maddesi; ruhsat alınmadan yapıya başlandığının öğrenilmesi üzerine o andaki inşaat durumunun tespit edilerek inşaatın derhal durdurulacağını ve yapının mühürleneceğini, Yapı Tatil Zaptının tebliğ edileceğini, tebligat tarihinden itibaren en çok bir ay içinde yapı sahibinin yapısını mevzuata uygun hale getirerek mührün kaldırılmasını isteyebileceğini, yapılacak inceleme sonucunda bu koşulların oluşmadığının tespit edilmesi durumunda ruhsatsız yapılan binanın Belediye Encümeni Kararını müteakip yıktırılacağını düzenlemektedir. Ancak burada yeni bir sorun gündeme gelmektedir ki bu da ilgililerin kendilerine tanınan bir aylık süre içerisinde inşaatı tamamlamaları durumudur. Bu koşullarda esas olarak yıkım kararı bakımından sonuç değişmemekte ise de yıkılacak binada kat artışı olması, içinde oturanların bulunması ya da çoğalması ve sonuç olarak milli servet olarak tanımlanabilecek malzeme ve emek kaybının bulunması açıkça zorluk yaratmaktadır. Kamuoyunun gündemine, güç durumdaki bir ailenin dramı şeklinde yansımasının sosyolojik etkileri de önemli bir faktördür. Kararların bir diğer belirleyici özelliği ise belediye ceza kararları içerisinde en yüksek rakamlı cezalar olmaları nedeniyle sürekli dava konusu edilmeleridir. Yıkım gibi zarara doğrudan dönük içeriği nedeniyle de mahkemeler açısından “Yürütmeyi Durdurma” kararı verilmesi adeta rutin bir durum arzetmektedir. Bilindiği üzere, yargı mercilerinde hak talebine konu teşkil eden tüm hukuki işlemler süreli ve günlüdür. Özellikle imar mevzuatın teknik detaylarla yoğrulmuş içeriği, her davanın öznel koşullarının farklılığı ile bir arada düşünüldüğünde, ilgili teknik birimin görüşü kadar bu görüşün zamanında ilgili mercilere ve mahkemelere intikalinin sağlanması da önem taşımaktadır. Hak düşürücü bu sürelere riayetsizlik şekil şartı bakımından dava yitirilmesine yol açabilmektedir. Aynı zamanda süre kaydına gösterilecek özensizlik, idarenin konuyu takibi konusundaki yaklaşımını da sergiler. Öte yandan imar ceza kararları, doğrudan doğruya hangi parselde imar aykırılıklarının bulunduğu ve bu aykırılıklar nedeniyle yasal sorumlunun kim olduğu noktalarının önemli olduğu kararlardır. Bu nedenle basit bir daktilo hatası olarak görülebilecek bir parsel sayısı, yapı kullanma izin belgesi numarası farklılığı, ceza kararının yokluğuna yol açabilmektedir. Düzeltici işlemin yeniden tesisi ise zaman ve içerik farklılığına yol açabilir. 1 – 4 – 2 - İmar Para Cezaları İmar Kanunun 32.maddesi etkin para cezaları öngörmektedir. Konuya ilişkin olarak Çankaya Belediyesi örneğinde yürütülen araştırmalarda aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır: 1989-1992 yılları arasında Çankaya Belediye Encümeni tarafından 3194 sayılı yasa uyarınca verilen cezalardan 5.000.000 TL’nin üzerinde olanlar üzerinde yapılan incelemede, toplam olarak 1989 yılı için 3 milyar, 1990 yılı için 3.5 milyar, 1991 yılı için 6 milyar, 1992 yılı için ise 8 milyar TL imar para cezasına hükmedildiği; 1989 yılı tutarının yaklaşık %35’inin tahsil edildiği, %15’inin mahkemelerce iptal edildiği, %50 civarında da işlem hatası veya noksanı bulunan durumlarla karşılaşıldığı görülmüştür. 1990 yılı tutarının yaklaşık %40’ının tahsil edildiği, %25’inin mahkemelerce iptal edildiği, kalan kısmın ise çeşitli işlem ve aşamalar gördüğü belirlenmiştir. 1991 yılı tutarının yaklaşık %30’unun tahsil edildiği, %40’ının mahkemelerce iptal edildiği, kalan kısmın ise çeşitli işlem ve aşamalar gördüğü belirlenmiştir. 1992 yılı tutarının yaklaşık %15’inin tahsil edildiği, %40’ının mahkemelerce iptal edildiği, kalan kısmın ise çeşitli işlem ve aşamalar gördüğü belirlenmiştir. 1994 yılında Çankaya Belediye Encümeni tarafından 3194 sayılı yasa uyarınca verilen cezalardan 25.000.000 TL’nin üzerinde olanların toplam 25 milyar civarında olduğu, bu toplamın yaklaşık %60’ının tahsil edildiği, %30’unun mahkemelerce iptal edildiği, kalanların da çeşitli işlemler gördüğü belirlenmiştir. Bu tablonun anlamlılığı sorgulandığında, 1989 yılında yüksek oranda yargı yoluna gidilmeden ceza tahsilinin, imar mevzuatındaki yeni düzenlemelerin başlı başına vatandaş lehine yasallık getiren boyutu olduğu düşünülmektedir. Af uygulamaları çerçevesinde, cezai miktarın ödenmesi ile önemli bir sorunun aşılmış olduğu gerçeğinin, ilgililerin mahkemeye müracaat yolunu gereksiz görmelerine yol açtığı kabul edilebilir. İdarenin uygulama hataları nedeniyle yaklaşık %50’lik bir oranda hatalı ya da noksan işlem yapmasının rolü de küçümsenemeyecek boyuttadır. Müteakip yıllarda ise tahsil edilen rakamların oranında doğrudan bir düşüş yaşanmakta, buna paralel olarak da açılan dava sayısı ve iptal edilen karar oranı artmaktadır. Bu konuda çeşitli açıklamalar kullanılabilir. Ancak büyük bir kısmında teknik bir konu olan mevzuatın detaylarındaki idarenin haklılık payının yargı kararlarına yansımadığı ve emsal teşkil eden kararlar ile işlemlerin büyük kısmının hükümsüz kaldığı görülmektedir. Neredeyse her ceza kararı muhatabı için daha karlı bir boyuta ulaşan, yargı kararı ile sorun çözme yöntemi, böylece imar mevzuatının tıkandığı temel alanlardan biri durumuna gelmiştir. Nitekim imar kanununa aykırılıkların tesbitini içeren zabıtlara yönelik 1999-2003 yılları arasındaki dönem araştırıldığında ise, zabıt sayılarının 1999 yılında 278; 2000 yılı 468; 2001 yılında 517; 2002 yılında 1456 ve 2003 yılı itibar önemin toplam zabıt sayısının 3200’e ulaştığı saptanmıştır. Rakamların artışı, birimlerin uzmanlaşmasına ve yasal sürecin özümsenmesine paralel olarak imar denetimlerinin artmasına bağlanabileceği gibi, yasaya aykırı işlemlere vatandaşlarca daha sık başvurulmasına da dayandırılabilir. Nitekim 1999-2003 yılları arasında yaklaşık 336 adet Encümen kararı ile verilen yaklaşık 670 milyar lira tutarındaki para cezasının idari yargıda çeşitli gerekçelerle iptal edildiği anlaşılmaktadır. Aynı mevzuat gereğince yıkımına hükmedilen imara aykırı durumlarda ise eleman ve teknik donanım eksikliği, hizmet kesim sorunları, güvenlik gerekçesiyle talep olunan polis desteğinin yeterince karşılanamaması gibi gerekçelerle Çankaya Bölgesinde 3500 yıkım kararının henüz uygulanmadığı ve sorunun kangrenleştiği saptanmaktadır. 1 – 4 – 3 - Mücavir Alanlarda Denetim Sorunu Yapı denetimi konusunda önem taşıyan alanlardan bazıları da mücavir alanlar olmaktadır. Belediyelerin hizmet sınırlarına komşu alan olarak da tarif edilebilecek mücavir alanların, idari kararla ilan edilmesi, buralarda yetkili ve sorumlu otoritenin belirlenmesi bakımından da farklılık yaratmaktadır. Oysa ki çok yeni bir düzenleme olarak gündeme giren, 19.01.2002 gün ve 24645 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 2.maddesi ile 3194 sayılı kanuna geçici bir madde eklenmiştir. Geçici 10.madde olarak eklenen bu hüküm aynen, “Kullanma izni verilmeyen ve alınmayan yapılara belediyelerce yol, su, kanalizasyon, doğalgaz gibi altyapı hizmetlerinin birinin veya birkaçının götürüldüğünün belgelenmesi halinde, ilgili yönetmelikler doğrultusunda fenni gereklerin yerine getirilmiş olması ve bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren altı ay içerisinde başvurulması üzerine kullanma izni alınıncaya kadar geçici olarak elektrik, su ve/veya telefon bağlanabilir.” denilmiştir. Her ne kadar “Bu madde kapsamında elektrik, su ve/veya telefon bağlanması herhangi bir kazanılmış hak teşkil etmez” ibaresi bulunmakta ise de madde bir bütün olarak mücadeleyi zorlaştırıcı bir nitelik taşımaktadır. Sonuç olarak zamanında alınamayan önlemlerin bu kez popülist çözümleri gündeme getirmesi durumuna çarpıcı bir örnek ortaya çıkmıştır. Örnek üzerinde genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Yaklaşık 26000 hektar büyüklüğündeki Çankaya Belediyesinin 10000 hektar civarındaki imarsız bölgesindeki çalışmaların, belediyenin bütün diğer yıkım görevleri de dahil olmak üzere sağlıklı ve etkin yürütülebilmesinin yoğun bir çaba gerektirdiği açıktır. İlk etapta yapılaşmanın yoğun olduğu bölgelere müdahale edilmekte ve bir program dahilinde İmar Kanununa göre gerekli yasal işlemlerin yapılması çalışmaları sürmektedir. Belediyelerin müdahale önceliğinin ele alınmasında kamuya ait alanların önemi unutulmamalıdır. Çünkü başkasının mülkiyetinde bulunan araziler üzerinde inşa edilen kaçak yapılar herhangi bir af yasasına konu oluşturamazken, hazine arazileri üzerindeki yapılar için af beklentisi daha yoğun olabilmekte ve popülist politikalar da bu beklentiye sık sık cevap vermektedir. Özetle belki de en önemli önleme politikası, bu beklentilerin karşılanmayacağı yolundaki tutarlı ve kararlı üstdüzey politika üretimi yapmaktır. Uygulayıcı birimlerin de etkin ve istikrarlı denetimler yoluyla, konunun ancak bu popülist politikalarla çözülebileceği bir sonucu dayatması noktasına ulaşmasını engellemek olanaklıdır. İmara aykırı yapılarla ilgili süreçte bu kadar çok aksayan yön olması işlemin doğası gereği olmasından çok, cezai işlemlerin ağırlığından kaynaklanmaktadır. Hem yıkım hem de ağır para cezaları, mali boyutu yüksek faturalar ürettiklerinden, hataen yapılmış her işlem, bir kuşkuyu beslemektedir. Bu durumda, idari işlem bakımından sürecin herhangi bir noktasındaki yanlışlık ya da gecikme, kasıt olasılığını da içinde barındırmaktadır. Yargı kararlarının çelişik ve müphem olabilmesi, aynı olasılığı gündeme taşır. Bu nedenle YAPI SAHİBİ, cezai işlemin tesisinde rolü olan TÜM İDARİ ŞAHIS VE BİRİMLER ve gerek yasal gerek yargısal süreçte etkin BİREY VE KURUMLAR ortaya çıkan sorunun etik muhakemesinin muhataplarıdır. Örneğimiz çerçevesinde, imarlı alanlara göre daha az yapılaşmış bu alanlarda mücavir alan kararını takiben hızlı bir kaçak yapılaşmaya ve rant paylaşımı mücadelelerine başlayan VATANDAŞLAR; Kaçak yapılar ile ilgili denetimin geciktirilmesi boyutuyla İLGİLİ BELEDİYE; Kaçak yapıların denetiminde, kendi alanlarındaki işlemler bakımından yapabilecekleri ön kontrolde bu konuyu hiç dikkate almayan ve sorunu ilgili belediyenin üzerine yıkmak suretiyle koordinasyondan kaçınan, (İlgili Büyükşehir Belediyesi, İlçe Emniyet Müdürlüğü, İlçe Jandarma Komutanlığı, TEDAŞ, ASKİ ve ilgili tüm Köy ve Mahalle Muhtarlıkları) KAMU KURUMLARI, Bütün bu mücadele için çeşitli genelgelerle konuyu takip eden merci olmasına karşın, aynı konuda denetimi olanaksızlaştıran popülist ve konjonktürel düzenlemeler yapması bakımından BAKANLIK etik açıdan sorgulanır bir örnek oluşturmuşlardır. 1 – 5 – Kentler ve Konut Sorunu 1 – 5 – 1 – Konut Politikalarının Önemi Konut politikaları genellikle merkezi yönetimin bütüncül projeleri arasında düşünülmektedir. Ancak sorunun büyümesiyle eşzamanlı olarak belediyeler de aktif olarak konut bölgeleri açma, kooperatifleşmeyi destekleme hatta doğrudan konut yapım ve satış işlemlerini gerçekleştirmeye başlamışlardır. Konut hemen her ülkede ve her dönemde yaşama düzeyi hakkında bir ölçü olarak kullanılmıştır. “Aşiretlerde bile çadırların direk sayısı, bezlerin hazırlanmasında kullanılan hammadde, içinde yaşayanın statüsünü, sınıfını gösterir. Geri kalmış ülkelerde gecekonduculuk, sefalet mahalleleri vb. şehirlerin durumlarını, problemlerini ortaya koymaktadır.” (YAVUZ, 1975: 24) Bu nedenle “konut” konusu daima “gecekondu” sorunu ile birarada ele alınmaktadır. Bu boyut “toplumsal konut politikaları” çerçevesinde merkezi ve yerel idareyi birarada davranmak gereğiyle karşı karşıya getirmiştir. Ailelerin konut gereksinimlerini karşılamak için saptanan önceliklere göre alınan yasal ve fiili önlemlerin tümüne konut politikaları denilmektedir. Konut, toplumsal, ekonomik, siyasal sorunlarla bütünleşmiş ve böylece toplumsal konut politikası ortaya çıkmıştır. “Bu konuda izlenen politikalara genel bir bakılacak olursa 1923-1945 döneminin konut yardımları yapılması, 1945-1960 döneminin kentleşmenin hızlanması ve gecekondulaşma sorununa kurumsal oluşumlarla çözüm aranması 1960-1980 döneminin ise kalkınma planlarıyla şekillenmesi” (KELEŞ, 1989: 1-2) biçiminde geliştiği görülmektedir. Bu dönemi takip eden aşamada ise ülkenin içine girdiği ekonomik krizler sarmalıyla birlikte, konut politikaları da bütüncül projelerin alanından daha kısmi örneklere sıkışmaya başlamıştır. Öte yandan konut politikalarında hangi öncelik ve standartlar belirlenirse belirlensin, nüfus ve gelir artışı gibi faktörlerin ortaya çıkardığı bir sabit gerçek vardır ki o da artan konut talebidir. Bu talebin faktörleri şöyle sıralanabilir: “Nüfus artışı:Türkiye’nin nüfusu, 1950 yılından bugüne yılda ortalama % 2.47 oranında artmaktadır. Aile yapısında meydana gelen değişiklik: Çekirdek aile artmaktadır. Şehirleşme: 1950-1985 yılları arasındaki sayım sonuçlarına göre Türkiye genelindeki nüfus artışı ortalama % 2.4 iken, şehirlerde aynı dönemde oran % 4.3 ‘tür. Sosyal ve kültürel gelişmeler: Konut zaman içinde bir sosyal güvenlik aracı olarak algılanmıştır. Gelir seviyesi-barınma maliyeti ilişkisi: Artan kiralar konut sahibi olmayı güdülemektedir. Yenileme ve ıslah ihtiyaçları: Konut talebini artırır.” (Konut…, 1988: 10-16) Ancak bu talep artışı sağlıklı bir şekilde karşılanamamaktadır. Ekonomik, teknik, sosyal, vb.birçok nedene dayanan bu sonuç, yerel yönetimler bakımından da arsa temini yetersizliği ve arsa spekülasyonunun önlenememesi ile körüklenmiştir. Arazi kamulaştırma ve imara açmada yeterli etkinliğin sağlanamaması, arsa talebinin artmasına ve spekülatif uygulamalara yol açmıştır. Yerel yönetimlerle merkezi yönetimler arasındaki yetki paylaşımında 1970’lerden başlayarak gündeme gelen konulardan biri ”imar hakları” olmuştur. Bir kesim imar yetkilerinin belediyelere ait olmasını, diğer kesim ulusal planların bütünlüğü açısından merkeze ait olmasını savunmuşlardır. “Türkiye’nin gelişen burjuvazisinin çıkarları merkezi düzeyde, savunulur, ilişkiler bu düzeyde kurulurken, küçük burjuvazinin çıkarları belediyelerde gerçekleştirilmektedir.” (OKUTAN, 1995: 87-88) Bu biriktirimin temel yerek kaynağı da imar rantı olmaktadır. Spekülatif ve siyasi amaçlı kullanımlara açık bu hak, münferit drumlarda tam bir gel-git halinde idari düzenlemelere konu edilmektedir. 1 – 5 – 2 - Ankara’da İmar Planları ve Konut Ankara’da konut sorunu diğer metropoller kadar yoğun yaşanmamışsa da planlama sorunları, iç göç, konut yetersizliği gibi ülkenin genel sorunları başkente de yansımıştır. “1930 yılında bir yazar şunları yazmaktadır: “Günümüzde Türk gazeteleri “yorganlılar” denilen bir insan kategorisinin Ankara’ya akın ettiğinden söz ediyorlar. Bu “yorganlılar”, yoksullaşarak iş aramak üzere kente koşan ve zor durumda kalmış köylüleri anlatmaktadır.” (ROZALİYEV, 1978: 34) Üstelik sorun yalnızca yoksullar için baş göstermemiştir: “Tasavvuru muhal bir mesken buhranı husule gelmiştir. Sıkışıklık görülmemiş bir dereceyi bulmuştur. Hatta mümtaz seyyahlar bile oturulabilir bir oda bulabilmekte büyük müşkilat çekmektedir.” (HÜSEYİN, 1997: 46) Oysa anılarında Ankara’ya ilk gelişini anlatan bir düşünürümüzün satırlarından o sokakların bir süre önce bomboş olduğunu anlıyoruz: “Bir Alman’ın Ankara’yı tanımlayışını gülerek anlatırlardı; “evsiz sokaklar, sokaksız evler” demişmiş…” (BERKES, 1997: 70) Peki “kurulan” başkentin planlaması hangi aşamalardan geçmiştir? Sadece hazırlanması aşaması 5 yılı bulan ilk plan süreci, müteakip planlarda da benzer sürelere ulaşmıştır. 1927 yılında yarışmanın açılması, 1929’da kazanan yarışma planının açıklanması ve nihayet 1932 ortalarında da kesin imar planının onaylanması çabaları, 1939’un kritik döneminden başlayarak da eski önemini yitirmiştir. Ankara’nın planları için üç aşamalı bir süreçten sözetmek olanaklıdır: Kuruluş dönemi planı, sonra kentleşmenin yönlendirdiği ikinci aşama ve en son olarak da metropolitan yapı kazanan bütünlüğe dair metropolitan plan kararları. Tankut bütün bu süreçte, son iki aşamanın dünyada pek çok örneği bulunduğu ama ilk aşamanın son derece özgün koşullardan kaynaklandığını belirtmektedir: “Birinci sorun ortamının ise, ki buna Ankara’nın başkentleşmesi diyebiliriz, kendine özgü verileri ve çok özel sorunları vardır.” (TANKUT, 1993: 18-19) Çünkü kemikleşmiş anlayışların kırılmasına dair çok boyutlu bir amaçlılık, teknik bir metin olan planın kapsamını ve önemini artırmıştır. İkinci süreci 1950’lerden itibaren klasik kentli orta katmanların kent içerisindeki başat konumunun gerilemesi ile özetleyebiliriz. “Bir yanda Göç dalgası ile kente gelen nüfus, öte yandan gelişen büyük sermayenin yarattığı orta-üst-yeni zenginler tabakası orta sınıfı, alttan ve üstten kemirmeye, sıkıştırmaya başladı.” (KIRAY, 1998: 178) Böylece “kent standartları”na dair yapı belirsiz bir hal aldı. İç göç kanalıyla kentlere taşınan en önemli sorunlardan biri de kent yapısında ortaya çıkan farklılaşmaların zamanla ikili bir bünyeye dönüşerek yoğunlaşmasıdır. Farklılık ülkenin genel sorunlarının bir yansıması niteliği de taşımakta idi. “Türkiye’deki bölgelerarası dengesizliklerle kentsel ve kırsal alanlar arasındaki derin ayrımların, kentleşmeyle birlikte bu kez de büyük kentlere taşınmakta olduğu hemen göze çarpmaktadır.” (KELEŞ/ÜNSAL, 1982: 28-29) Ancak zamanla sorun, kent fizik mekanının kabaca ikiye bölünmüş bir yapı kazanmasına yol açtı. Aynı çelişkiler büyük kentlerin, düzenli (imarlı) alanlarıyla gecekondu bölgeleri arasında ortaya çıkan büyük uçurum şeklinde somutlandı. Sorunun çözümü için, konut üretimine alt yapı oluşturmak üzere, planlama yoluyla konut için arsa üretimi, alt yapı yatırım öncelikleri, gecekondu düzenlemeleri ve ıslah imar planları konusunda sağduyulu yaklaşımlar ve yasal konut üretimini kösteklememek açısından da önem taşıyan denetim uygulamaları gibi etkin dolaylı yöntemler geliştirildi. Engelleme ve destekleme faaliyetleri ise farklı açılımları ile deneme ve uygulamalara konu edilmektedir. Örneğin Çankaya Belediye Başkanlığı tarafından hayata geçirilen GEÇAK kısa adlı Gecekondudan Çağdaş Konuta projesi; gecekonduları çağdaş konutlara, gecekondu semtlerini de kente uyumlu, estetik, sosyal donatı alanlarının çevrelediği uygar ve yeşil yerleşim alanlarına dönüştürmek amacıyla kurgulanmıştır. Ancak içerimlediği unsurlar nedeniyle yeterli yaygınlığa ulaşamayan projenin, çağdaş ve insancıl oluşuyla ayırdedici bir niteliğe sahip olduğu kabul edilmiş ise de ideolojik çelişki savıyla da değerlendirilmiştir. Nitekim konut sorunu sadece sosyal değil, bir o kadar da ekonomik bir sorundur. Dolayısıyla çok radikal düzenlemeler gerektirebilir. Ülkemizde 1980’ler ise kent yapılarında imar plan ve kararları, yerel yönetim türleri, af yasaları uygulamaları gibi pek çok yasal ve yönetsel düzenlemelerin yapıldığı bir dönem oldu. Yasaya aykırılıkların sürekli olarak yasal korumaya alındığı bu dönem bütün çabalara karşın bir karmaşa dönemi olarak tarihe geçti. “Kent planlaması, özetle bir kafa, yasa ve kasa işi” idi. (BADEMLİ, 1990: 40) Ancak bu unsurların mevcudiyeti durumunda da doğru kullanımları gerekiyordu. Bu doğruyu temin edebilecek yaklaşım kamu yararı olmalıydı. Oysa süreç bu yönelimi sağlayamadı ve bireysel çözüm arayanları yeni sorun alanlarına pompaladı. 1990’lı yılların başında kentin olumsuzluklarından uzaklaşmak amacıyla, kentin uzağında kurulan varsıl ve güvenlikli konut siteleri oluştu. Uzaklık, pahalı ama geniş iç mekanlar sunuyor ancak güvenlik gereksinimi doğuruyordu. Kent uzağındaki kırsal toprağın konut alanlarına dönüştürülmesiyle yaratılan banliyöleşme, kentsel iddiasını da korumaya çalışmaktadı. “Kenti işyeri ve konut bağlamında algılamayı aşamamış bir anlayış, yarattığı bu yerleşme alanlarını, kimi zaman özlemlerini yansıtacak bir adla, Koru-Kent gibi, kimi zaman da anlamsız bir tamlama ile Konut-Kent gibi anarak, kentliliğini kanıtlamaya çalışmaktadır.” (HAMAMCI, 1996: 106) Oysa gerçek anlamda toprağın kentleşmiş yapısı, insan ögesinin de devrede olduğu bir kentsel yapı ile bütünleşememekte yani kentli olamamaktadır. Esas olarak bu gelişim dünyanın birçok büyük kentinde kentsel eşitsizliğin artışını işaret etmektedir. En önemli gösterge, kentsel platformda yoksulluğun artışı ile birlikte tehdit algılamasının yaygınlaşmasıdır. Örneğin “Kuzey İtalya zengin. Milano pahalı ve zengin; ama orada da kent yaşamı gerilemekte. Milano’nun merkezi, geceleri insanı ürkütecek kadar boş. Zengin Milanolular kenti terk edip, kent dışında, elektrikli tellerle çevrelenmiş, demir oyma kapılarının ardındaki villalarına çekilmişler.” (LUCAKS, 1994: .239) Dünyanın hemen tüm büyük kentleri aslında benzer bir kaderi paylaşmakta. Kentin gelişmiş olup olmamasına göre sorunlar farklılaşmakta ama yoğunluğu azalmamaktadır. Sanayileşmiş dünyadaki zenginliğin giderek artmasına karşın kentler, genellikle kentsel yaşama özgü çevre sorunlarının yoğun biçimde yaşandığı bölgeler haline gelmiştir. Geri kalmış ülkelerde ise hem kentsel sorunlar daha eşitliksiz bir dağılım göstermekte hem de önlem mekanizmaları aynı paralellikte geliştirilememektedir. Burada asıl vurgulanmaya çalışılan sorun, belediye yönetimlerinin, plandan ulaşıma, yapımdan yeşil alana kent yönetiminde kullandıkları hizmet alanlarında öngörülü ve eşitlikçi bir sosyal yapıda kurgulamalarının önemini iyi algılamalarıdır. Kent yüzeyinin talanına yalnızca konut üretim sorunu olarak yaklaşmak hatalı bir tavırdır. Kuşkusuz Türkiye benzeri bir ülkede yerel yönetim birimlerinin, özellikle belediyelerin, konut sorunu nedeniyle tümüyle suçlanması mümkün değildir. Ancak gerek devlet politikası, gerekse belediyeler hizmet politikası olarak konut sorununun genelde ihmal edildiği çok açıktır. Çünkü doğrudan konut yapımı da dahil olmak üzere, gecekondulaşmayı önlemek ve denetlemek, imar ve yol planlamasına gereken önemle eğilmek, yerel güçlerin desteklenmesi ve konut yapımının teşvik edilmesinde aktif rol oynamak gibi konularda BÜYÜKŞEHİRLER ve İLÇE BELEDİYELERİNİN ortak sorumluluğu bulunmaktadır. Aynı zamanda en önemli çevre sorunlarından biri olan konut sorunu karşısında özellikle çevre duyarlı politika üretmek, bir idari ve etik görevdir. Kentin daha sağlıklı ve güvenli bir merkez olmasının yolu, sağlıklı bir çevrede bireylerin, tüm süreçlere etkin katılabildiği, kültürel ve doğal mirasın korunduğu, kentte yaşayanların eşitlik, özgürlük barış ve güven ortamı içerisinde bütün kamusal ve kentsel hizmetlerden ayrımsız yararlandığı, bütün karar süreçlerine doğrudan katılabileceği bir kent demokrasisi içerisinde bireyin toplumsallaşmasını sağlamaktan geçmektedir. 1 – 6 – Kentsel Alanlarda Sağlık Belediye yasasında da ifade olunduğu üzere, beldenin temiz, düzenli ve sağlıklı olmasını temin için sağlıklı ortamın yaratılması; belediyelerin tamamen çevre düzeni ile ilgili hizmetlerindendir. Ancak günümüzde büyük kentlerde nüfus artışı, bina ve yol yapımı hızına yenik düşen yeşil alanların azlığı, evsel ve sanayi atık artışı gibi sorunlardan kaynaklı çok çeşitli kirlenmeler yaşanmaktadır. Bu nedenle kentsel sağlık belediyelerin en temel amaçlardan biri olmaktadır. 1– 6 – 1 - Yerleşim ve Ulaşım Sorunları Bir bölgenin kentlileşme düzeyinin belirlenmesinde o yerin yolu olması, önemli bir kriter olarak olumlanır. Ancak günümüzde yeni bir karayolunun veya yeni bir boru hattının, ya da yeni bir apartman bloku ve alışveriş merkezinin yakınımızdan geçecek ya da yapılacak olması kalplerimizi korku ve tiksintiyle doldurabiliyor.” (LUKACS, 1994: 136-137) Kentsel yerleşim sorunu, kent yüzeyini tamamen işgal eden inşaatlardan, bu binalarda kapalı kalan insanların soludukları havanın sağlıklı olup olmamasına kadar geniş bir yelpazeyi içermektedir. Öncelikle kentleşmenin doğrudan çevreyıkımsal bir süreç olduğu görülmelidir. “Küresel ekonominin onda biri ev ve işyeri yapımına ve işletilmesine dayalıdır. Ve bu etkinlik ekonominin geri kalanından kat kat fazla tahta, metal, su ve enerji kullanır: binalar, dünyanın fiziksel kaynaklarını altıda biriyle yarısı arasında değişen oranlarda tüketirler.” (LENSSEN/ROODMAN, 1995: 120-121) Bina yapımının kaçınılmaz sonucu da kentsel ulaşımı bir temel gereksinim olarak beslemesidir. Ulaşım altyapısının çevresel sonuçları ise bina yapımından daha az yıkıcı olmamaktadır. İnsanoğlu yerleşim ve ulaşım talepleriyle doğayı tahrip etmekle kalmamakta, tüm kentsel yaşamın da bu gereksinime odaklı olarak düzenlenmesini talep etmektedir. Günümüzde kent merkezlerinin yapısı değişmekte, yerleşim alanlarının giderek daha büyük bölümleri yolları oluşturmaktadır. Bu da kentsel estetik, hava kirliliği, kent merkezlerinden insanın dışlanması, gürültü vb pek çok sorun üretir. “ABD’de tüm petrolün %56’sı otomobiller tarafından kullanılıyor. Hava kirliliğinin %60’ı, tüm şehir gürültüsünün %85’i otolardan geliyor.” (KIŞLALIOĞLU/ BERKES, 1990: 139) Üstelik kentsel ulaşımın sağladığı hız olanağı otomobillerin kapasitesinin hayli gerisinde kalmıştır. Dolayısıyla kendini besleyen bir döngü devam edip gitmiştir. Tıpkı ileri yaştaki hastalarda bir hastalık için önerilen ilacın, diğer hastalıkları tetiklemesi gibi ilaçlar bilinir ama her ilaç bir başka soruna yol açmaktadır. Bireysel taşıt kullanımı azaltılamadıkça, bireysel hız artırılamamakta, araçların trafikte kalış süresinin artışı da kentsel hava kirliliğine katkı yapmaktadır. Bauman bu konudaki ortak tavrımızın etik boyutuna dikkat çeker: “Hepimiz otomobil ticaretiyle ulaşım sorunlarının özelleştirilmesinin yol açtığı kirlenme ve rahatsızlıktan yakınırız, ama aramızda yedi kişiden biri hayatını doğrudan ya da dolaylı olarak otomobil sanayisinin zenginliğinden kazandığı için, çoğumuz özel otomobillerin kaldırılmasına şiddetle karşı çıkarız… Bizi Alp ormanlarına götürecek daha fazla ve daha hızlı otomobiller istiyoruz, sadece oraya vardığımızda petrol dumanları nedeniyle artık orman kalmadığını görmek üzere.” (1998: 248-249) Daha da büyük alanlara yayılan banliyöler nedeniyle işe gidip gelme süreleri ve dolayısıyla kentsel hava kirliliği artmakla kalmamakta, aynı zamanda kentsel çevrenin gittikçe daha çok sayıda otomobili barındırması da beklenmektedir. Modern binaların kapıları, kent trafiği sonucu kirlenen kentin havasına açılmakta; bina içlerinde ise dışarıdaki kirli havaya alternatif olarak, teknolojinin görece pahalı bir aleti olan klimalar kullanılmaktadır. İçinde bulunduğumuz mekanın modernliği duygusunu sunmasına karşın, bu aletler yalnızca yalıtılmış suni ortamlardaki yalnızlığımıza değil, ciddi fiziksel sorunlara da yol açar. “‘Hasta bina sendromu’, yeni veya yenilenmiş binların en az %30’unda ortaya çıkmaktadır. Bu türden sorunların önüne geçilmesi için yapılan havalandırma sistemleri ise gerçekte, binayı kullanan insanların saatler boyunca bayatlamış havayı solumasına veya sağlığa zararlı mikroorganizmaları barındırıp yayarak çoğunlukla bu sorunları yaratan araçlar olmaktadır. Yalıtılmış, klima kontrollü binalar, aynı zamanda formaldehit gibi mobilya, halı ve boyalardaki yapışkanlardan ve kurutma elemanlarından sızarak dışarıdaki hava derişiminin birkaç katına çıkabilen uçucu organik bileşikleri barındırabilirler.” (LENSSEN/ROODMAN, 1995: 120-121) Sonuç olarak, çevreye dair pek çok verinin bize açıklıkla gösterdiği gibi, teknoloji genellikle kendisine ulaşmak için yitirilen doğal değerlerin yerine konmasında doğa kadar başarılı olamamaktadır. 1 – 6 – 2 - Spor Alanları Bugün fiziksel sağlığımız kadar düşünsel ve hatta psikolojik sorunlarımızda bile çevresel unsurların etkisi vardır. “Yeni bir bilim dalı olan Ekopsikolojinin kurucularından Dr.Michael J.Cohen’e göre tabiatın kirlenmesi, tahrip edilmesi ve bireylerin tabiata yabancılaşmasıyla yaygın olarak karşılaşılan rahatsızlıklar arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.” (ÖZDEMİR, 1997: 24) Çözüm özellikle kentli için tabiatla yeniden barışmayı ve onunla uyum ve barış içinde yaşamasını öğrenmenin araçlarını bulmaktan geçmektedir. Büyükşehir yönetimlerince, her yaş, kültür ve gelir düzeyi için farklılaşan sağlıklı ortam gereksinimlerine cevap üretmeye çalışılmakta ama gereksinimlerin hep gerisinde kalınmaktadır. Birinci basamak çocuk bahçeleridir ve aslında bu alanların düzenlenmesinin ekonomik açıdan maliyeti de oldukça düşüktür. “İyi çocuk parklarının kurulabilmesi, para ve yerden çok yaratıcılık ve planlama gerektiriyor.” (KIŞLALIOĞLU/BERKES, 1990: 140) Parklar aynı zamanda sportif etkinlikler için de düzenlenebilecek alanlar içerirler. Sporun sağlık için önemi yadsınamaz ise de ünlü bilim adamı Sagan, eğitim bakımından da önemli olduğunu düşünür. Sportif etkinlik gereksinimi çıtasındaki yaş seviyesini daha yükselttiğimizde de kentsel çalışma ortamı yorgunu yetişkinlerin talebi belirmektedir. “Endüstri toplumunun çıkış noktası yoksulluktan kaçış olmuştu, günümüzde ise bu, çalışma hayatından boş zamana, hobilere ve spora doğru bir kaçışa dönüştü.” (ZEDLİN, 2000: 224) Bugün modern toplumun yaşam hızı ve zaman koşulları, insanların doğal hareketlerini yavaşlatmakta, teknolojik unsurlar da bu gelişimi desteklemektedir. Ancak ruh ve beden sağlığını geliştiren temel etkinliklerden birisi olarak spor yapmak, özellikle kent içindeki kişiler bakımından büyük önem taşımaktadır. “Spor evrensel olarak çok önemli bir eğitim ve toplumsallaşma aracı olarak kabul edilmektedir. Sporun toplumda genç yaşlı herkesin yaşamına girmesi ve bir yaşam biçimi haline gelmesi büyük ölçüde insanların gençlik dönemlerinde yaşamlarında spor olanaklarına kavuşmuş olmasına bağlıdır.” (Ulusal…, 1996: 123) Bunun için yerleşim alanlarıyla iç içe kaynaşmış, doğru planlanmış spor alanlarına ve gerekli altyapıya gereksinme vardır. Bugün ülkemiz koşullarında bireysel hobi olarak görünen ve kimi zaman pahalı bir aktivite olabilen spor etkinliklerinin yaygınlaştırılması, daha ucuz hale getirilmesi gerekmektedir. Bu da yerel yönetimler dahil, tüm yönetim kademelerinin tesis ve altyapı çalışmalarıyla mümkündür. 1 – 6 – 3 - Sağlıklı Kent İçin Yapılan Çalışmalar Çevre sorunlarıyla birlikte, çevre değerlerinin öncelikli unsur haline gelmesi, çevreci akım ve topluluklar kadar, düşünsel perspektifin birçok boyutunu da etkiledi. 20. yy. Kent sosyolojisi alanında birçok çalışmaya sahne oldu. Bu çalışmaların önemlilerinden biri de kenti bir organizma olarak ele alan yaklaşımdır. Ancak biyolojik modelin doğrudan uygulanması çabası bir kez daha doğa-teknik çatışmasına yol açtı. Bugün bahse konu teorik çalışmalardaki kadar uç boyutlarda olmasa da doğa yönelimli yerleşim alanları kurmak çok önemli amaçlardandır. Ankara’da da “set evler” gibi örnekleri bulunmaktadır. Bu çalışmalardan biri de Dünya Sağlık Örgütü tarafından geliştirilen “Dünya Sağlıklı Kentler Projesi”dir. Rio ve Janerio’da 1992 yılında Birleşmiş Milletler (BM) tarafından gerçekleştirilen “Çevre ve Gelişme Konferansı”nda, ekonomi ve nüfus artışı ile ortaya çıkan çevresel ve toplumsal gelişmelerin sürdürülebilir olmasının sağlanması ve kalkınma politikalarına destek ve ivme verilmesi amacı ile “Gündem 21” kavramı ortaya konmuştur. Diğer yandan BM aynı çerçevede 1978 yılında “2000 Yılında Herkese Sağlık” olgusunu global bir amaç olarak tüm dünyaya ilan etmiştir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler Alma Ata Dekorasyonu’na imza atarak, bu amacı gerçekleştirmek için yapılan önerileri kabul ettiklerini bildirmişlerdir. Sağlıkta var olan eşitsizlikten giderilmesi, sağlıklı yaşamın geliştirilmesi, toplumsal katılım, sektörler arası işbirliği gibi ilkelere dayanan yaklaşım, 1986 yılında DSÖ’nün Avrupa Ofisi tarafından başlatılan ve daha sonra tüm dünyaya yayılan “Sağlıklı Şehirler Projesi”nin temelini oluşturmaktadır. Şehirler; parkları, yolları, çocuk bahçeleri, sosyal donatı alanları, ticaret bölgeleri ve en önemlisi de sağlıklı konutlarıyla bir bütünlük oluşturmak zorunluluğundadır. Bu bağlamda Çankaya belediyesi sınırları içindeki düzensiz konut alanlarında imar ve iyileştirme planları üretip, bütünüyle sağlıklı şehir oluşturmak önemli amaçlardandır. Proje yaya bölgelerini de önemsemektedir. Çankaya Yıldız mahallesinde yer alan ve Kentsel Tasarım Projesi Alanı olarak seçilen yaya bölgesi projesi, belediye meclisince de onaylanmıştır. Konumu itibariyle hızla yapılaşan kent ölçeğinde, ticaret merkezi haline dönüşen bölgede, çevre kalitesini yükseltmek amacıyla, iyi düzenlenmiş trafik-yaya yolu bağlantıları, otopark alanı, kent mobilyaları ile de donatılarak simge bir alan olabilecek nitelikte yaya bölgesi yaratmaktır. İyi düzenlenmiş, çağdaş kent mobilyalarıyla donatılmış yaya bölgeleri günümüz şehirleşme anlayışında vazgeçilmez olgulardır. Tüm projelerin “yenilikçi bakışı”: Mekan-kullanım-kullanıcı ilişkisinin geliştirilmesidir.. Buna bağlı olarak projenin başlangıç ve sonrasında sahiplenilmesi, desteklenmesini sağlamak. Alanın geleceğe yönelik kimliğinin tartışılarak belirlenmesi ve imar dışı oluşumların bertaraf edilerek daha sağlıklı ve yaşanabilir bir çevre edinilmesi. Bütün bu çalışmaların tamamlanması ve işlerlik kazanması, sorumlu toplumsal kesimlerin baskısı ve yöneticilerin kararlılıklarının sınanacağı ETİK bir alan olacaktır. 1 – 7 – Kentiçi Ulaşım Çalışmaları ve Sorunlar Kentlerin kurulmasından, büyümesine ve hatta metropol yapılar kazanmasına kadar olan her aşamada ulaşımın öncelikli bir rolü ve önemi vardır. Bu nedenle kentsel ulaşım sistemi, kent bütünlüğünde sözkonusu olacak ekonomik, sosyal ve hatta siyasal tüm hizmet ve etkinlikler bakımından önem taşır. Günümüz kent ölçeğinde kamusal alanda ortaya çıkan sönükleşme konusuna dikkat çeken Richard Sennet, ekonomik ve siyasi gelişimde kentsel dokunun her bir elemanının birbiriyle ilişkisinin sağlanmasında ulaşımın önemine değinmektedir. Yollar, fabrika ve mağazaların buluşmasını -yani işçi kesiminin tüketici olması periyodu- sağlar. Sistemin işleyişini düzenleyici bu rolü nedeniyle, ulaşım yolları tüm toplumlarda yönetici ve teknokrat kadronun üzerinde yoğunlaştığı ve çeşitli teknik yapıların denendiği bir alan olmuştur. Yolların bir belirleyici yönü de ulaşım araçlarını da belirleyen yapı ve yatırımlar olmalarıdır. Bugün ulaşım sistemi, ekonomik ve teknolojik olarak çok büyük yatırımların ve projelerin ürünü olan ve milyonlarca insanın günlük yaşamının önemli bölümünde yer bulan bir unsurdur. 1 – 7 – 1 - Yollar ve Yol Yapım Çalışmaları Ulaşımda yaşanan güçlükler, kentliyi otomobil sahibi olmak yoluyla sorunu aşma çabasına yöneltmekte; ancak bu artış da ulaşım sorunlarını büyüterek tetiklemektedir. Kent yönetimleri, gittikçe artan trafik hacmini, mevcut yollara ve merkeze sığdırabilmek için çeşitli yöntemler ürettiler. Park sayaçları, çokkatlı park yerleri, tekyönlü caddeler, altgeçitler ve tüneller gibi. “Bazı ülkeler bu mücadeleden vazgeçti ve yeni kentsel otoyollar yapmak için gerekirse her yeri yıkarak, kenti otomobillere göre yeniden tasarlamaya çalıştı. Bazıları ise trafiğin giremeyeceği bölgeler oluşturdu ya da kent merkezlerindeki trafiğe belli yasaklar getirdi.” (POİNTİNG, 2000: 295) Gerçekten çözüm ikili yaklaşımda tıkanmıştı: ya araç öncelikli ya da insan öncelikli araç hareketliliğini kısıtlayıcı uygulamalar/ düzenlemeler yapılacaktı. Ankara son dönem itibariyle bu önlemlerden araç öncelikli önlemleri seçmiş görünmektedir. Bu yollarda yol açımı kadar önemli bir diğer husus ise trafik akışı konusunda yapılabilecek yönlendirmelerdir. Ankara Ulaşım Ana planında, kavşak düzenlemeleri, zemin ayırım ve kavşak girişleri, sinyalizasyon önceliği; Ayrıca kent merkezi ile çevre alanlar arasındaki ilişkiyi sağlayan az sayıdaki ana ulaşım koridorlarında yüksek kapasiteli raylı toplutaşım sistemleri kurulması yanında, bu koridorlarda alternatif yollar oluşturularak yol ağının kapasitesinin artırılması ve kentin çevre bölgelerini merkezden geçmeden birbirine bağlayan bir ana dağıtıcı yol ağının oluşturulması sorunları teşhis edilmiştir. (Ulaşım…, 1994: 135) Ancak tüm mükemmel planlar için olduğu gibi temel tasarımlar yapılmamıştır ve uygulama iradesi oluşmamaktadır. Kent ulaşım politikası son derece kısa vadeli ve öngörüsüz uygulamaların esiri olmakta ve sadece seçim malzemesi olarak kullanılabilmektedir. Ancak yol yapım konusu da araç öncelikli kent ulaşım politikasının bir sonucu olarak çok sık tartışmalara yol açmakta ve mevcut yollar kısa zamanda gereksinime yanıt veremez duruma gelmekte ve genişletme çalışmaları başlatmak gerekmektedir. Kavşak ve üst geçit yapım kararları, hızlı bir şekilde ve planların ilerisinde alınmakta, bu durumda bütüncül bakışı zorlaştırmakta, her aşama, acil ve kısmi çözüm niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla değişim potansiyeli zaman zaman “yap-boz tahtası” olan bir Ankara görünümü yaratmaktadır. Bu konudaki bazı düzenlemeler aşağıda basında yer aldığı şekliyle verilmektedir: 1- Büyükşehir Belediye Meclisi 20.11.2002 tarihli toplantıda 9 köprülü kavşak ve üstgeçit yapılması kararı aldı 9 ay sonra tasarruf nedeniyle karar iptal edildi. (İptal edilen kavşaklar: Gençlik Parkı, Osmanlı Kavşağı, Kızılay Kavşağı, Kuğulu Park, Kolej Kavşağı, Aksu Kavşağı, Ulus Kavşağı, Baruthane Kavşağı, Hergelen Kavşağı) TBMM bünyesindeki 6 meslek odası, Büyükşehir Belediyesinin kent merkezine yapmayı kararlaştırdığı 6 katlı kavşağa dava açtı. (Çankaya Belediyesi’nin Akay Köprülü Kavşağının iptaline ilişkin açtığı davanın 5 yılda sonuçlanması, meslek odalarını, erken davranmaya yöneltti.) “Büyükşehir Belediyesi gelecek yıl 22 kavşak düzenlemesi ile alt ve üst geçit yapım işi için bütçede toplam 84.5 trilyon lira ödenek ayırdı.” 2 – “Yaklaşık 1.5 yıl önce Eskişehir yolunu genişleten Büyükşehir Belediyesi, 1994 yılından beri tek kilometre metro hattı döşenmemiş olmasına karşın, Çayyolu metro projesini seçim öncesi ele alınca genişlettiği yolu yeniden kazarak kaldırmıştır.” 3 – “11 milyon dolara ihale edilen ve 30 milyon dolara malolan Akay kavşağı nedeniyle Çayyolu metro hattı yapımı TBMM bahçesine kaydırıldı.” 4 – “Toplam 7.5 trilyon lira keşif bedeliyle 10 üst geçit yapmak üzere, Büyükşehir Belediyesinin açtığı ihaleyi kazanan firma tarafından yapılan, Eskişehir yolu Varan-Armada önü ve ODTÜ üstgeçitleri, Çayyolu metrosuna bu noktalarda metro alt geçitleri yapılması halinde gereksiz duruma gelecek.” 1 – 7 – 2 - Üstgeçitler Ankara’da Büyükşehir ve İlçe belediyeleri uyuşmazlıkları arasında yaşanan en önemli örneklerden biri olarak basına yansıyan ve kamuoyunun gündemine oturan üst geçitler konusu ise hem ulaşım politikası bakımından bir bakış açısı içermekte, hem de kentsel çevrede önemli bir değişim yaratmaktadır. Taşıt öncelikli bir politika olmasının yanı sıra üstgeçitler konusu, halkla, uzmanlarla, sivil toplum kuruluşlarıyla ve yargı ile yapılabilecek “inatlaşma”nın da ender örneklerindendir. Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ulaşım ve trafik sorunu karşısında önlem olarak getirilen kent merkezinde üstgeçitler yapımı konusu, toplumun birçok kesiminin, sivil toplum kuruluşlarının ve özellikle bölgesi olması itibariyle Çankaya Belediyesi’nin itirazlarına yol açmıştır. Ancak Büyükşehir Belediyesi yetkililerince bu itirazlar yeterince dikkate alınmamış ve siyasi mülahazalarla engelleme çabaları olarak değerlendirilmiştir. Tartışmalar basın ve kamuoyu önünde çok sert söylemlerle yürütülmüş ve ilişkilerdeki diğer boyutlara da yansımıştır. Başkentin merkezindeki en işlek caddelerden biri olan, tek yönlü, yaklaşık 500 metre uzunluğunda ve 15 metre genişliğindeki Meşrutiyet caddesi üzerindeki üç ara sokak ve Mithatpaşa caddesine bağlanan noktalara yapılan üstgeçitlere yapım aşamasından beri sürekli karşı çıkan Çankaya Belediyesi Encümeni ruhsatsız bu inşaatların yıkımına karar verdi. “Üst geçitlerin gerçekten de estetik değerlerinin bulunmadığını söyleyen Büyükşehir Belediye Başkanı, trafik sorununa çözüm getireceğine inandığı icraatını savundu.” Nihayet Ankara 7.İdare Mahkemesi’nde Çankaya Belediye Başkanlığınca açılan davada 22.11.2000 tarihinde ilk “yürütmenin durdurulması” kararı alındı. Akabinde Ankara 4.İdare Mahkemesi tarafından da iki ayrı köprüye durdurma kararı verildi. Kararın ardından Çankaya Belediyesi, “Üst geçitleri birlikte yıkalım, işlevli alt geçitler yapalım” önerisi getirdi; Büyükşehir Belediyesi ise “hodri meydan” yanıtı verdi. Polemik gazetelerin sayfalarına günlük dizi biçiminde yansıdı; Üstgeçitler kaldırılamadı. Yaya hareketlerini, alışveriş faaliyetlerini ve yol boyunca yer alan ticari kullanışların servis ihtiyaçlarını dikkate almayan bu çözümlerin “taşıt öncelikli” oldukları kuşkusuzdur. Bir diğer temel özellik ise bu yapıların “noktasal” çözümler olmalarıdır. Yani nokta itibariyle ve bugün için çözüm olan uygulamalar, bir sonraki “nokta” için sorun üretmeye müsaittir. Dolayısıyla kamu kaynaklarını ve kentsel mekanı savurganca tüketmek sözkonusudur. Öte yandan hukuku bir ayakbağı olarak görüp, çağın hız kültürünü bu engeli aşmada önemli bir dayanak olarak kullanan yapılanmalar, sonunda, “hukuka rağmen” var kalabilmektedirler. Böylece yaşanan yeni oldubittiler karşısında umutsuzluğu paylaşmamak zor görünmektedir. Bütün bu politikaların sonucu olarak, toplutaşım hizmetlerinde büyük zararlar açıklandığını görüyoruz. Böylece desteklenen özel taşıt öncelikli politikalar, bu alandaki yatırımların kendisini amorti etme ve gerek kentli için gerekse kentin bugünü ve geleceği için daha ucuz ve yararlı olmasını engellemektedir. Buraya kadar anlatılanların da gösterdiği üzere, günümüzde kent içi ulaşım sorunları giderek büyümekte ve çözüm için getirilen bakış açıları arasındaki farklılık da bu oranda artmaktadır. Kentsel grupların dayanışma ve işbirliği duygusunu köreltmeden sorunlarına sahip çıkmalarını beklemek ve bu anlamda destek ve eleştirilere kulak vermek en temel noktalardan biri gibi görünmektedir. Çünkü esas itibariyle ulaşım konusundaki politikalar farklı düzeydeki yetkililer arasında tartışma konusu yaratsa da sorun, tüm kent düzeyinde hissedilen bir boyut taşıdığından önlemlerin de tüm kentliler tarafından benimsenmesi önemlidir. Bütün bu teknik ve sosyal sorunları aşabilmenin yolu kentlerimiz için belirlediğimiz vizyonun önceliklerinde yatmaktadır. Ancak sistemin kalıcılığı insan ögesinin benimsenip gözetilmesiyle mümkündür. Çünkü sonuç itibariyle o kentin insanına hitap etmeyen bir çözüm yaklaşımı kalıcı olamaz. Bu gerçekten hareket ederek kentliyi gözardı etmeden gelecek projelerini kuran bir sistematik geliştirilmelidir. Kentlinin önemi vurgusunda ise siyaseten destek almaya dönük popülist politikalardan öte bir benimseme kastedilmektedir. Bugün konjonktürel olarak ya da siyaseten size destek veren kesimlerin kentin geleceğine dair alınan kararları yalnızca kent ve kentli açısından aldıklarına dair bilinçleri önemlidir. Çünkü gerçek destek, yalnızca bir oylamada verilen destekten ya da çeşitli seçim süreçlerinde verilen oydan daha önemli olmak üzere, faaliyete geçen uygulamaların gerçekten tüm kentliler tarafından “kullanılmasında” yatmaktadır. Yoksa bugün üstgeçitlere oy verdiği halde üstgeçitleri değil de bariyerleri aşarak kaza bahasına yolları işgal ediyorlarsa, bugün çeşitli yol çalışmalarıyla kent fizik mekanında yoğun çalışmalar olduğuna dair haklı gururu paylaşırken aynı politikanın toplutaşımı ucuzlatmayan perspektifini dikkate almıyorlarsa, burada çözülmüş gibi görünen sorunların başka noktalarda patlamasını destekliyorlar demektir. Sonuç olarak kent yönetimi hem teknik, hem siyasi, hem de hukuki bir süreçtir. Bütün bu süreçlerin dikkate alındığı bir yönetim politikası geleceğe bırakacağımız en önemli miraslarımızdan olan kentlerimizde özenle yaşam bulmalıdır. Ulaşım politikaları, kentin yaşanır bir yer olmasında temel önem taşır ve tüm kent yöneticileri bu gerçeği tüm boyutları ile ele almalıdır. Toplumsal uzlaşmanın önemine karşı duyarsızlık içinde olan BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ, uygulama tarzı ile etik açıdan sorunlu bir kent yönetimi örneği sergilemektedir. 2 – ÇEVRESEL ETİK AÇISINDAN YÖNETSEL POLİTİKALAR Çalışmanın kapsamı içerisinde en dolaylı sayılabilecek hizmet sorunları bu bölümde ele alınmaktadır. Buna karşın bu bölümdeki hizmetler nedeniyle gerçekleşecek sorunların çevresel etkisi bakımından rolü, aynı iddiayı sürdürmeyi olanaklı kılmaktadır. Çünkü etik yaklaşım, bir idari düzey nezdinde ele alındığında yönetsel süreçleri de içeren boyut taşır ve bu süreçlerde yaşanacak aksama, dolaylı olarak insani ve çevresel etik sonuçlar yaratır. Yönetim anlayışının, demokratik, şeffaf, katılımcı, dürüst ve objektif temellere kurulabilmesi, her şeyden önce bir “niyetlilik” sorunudur. Aksi takdirde aksayan her unsur için mazeret üretmek mümkün olmaktadır. Yönetim olgusunun finansal boyutu, her zaman ekonomik ve sosyal içerimlere sahiptir. Dolayısıyla borçlanma, özelleştirme, fiyatlandırma gibi kavramlar, çoğu zaman iddia edildiği gibi dayatmaların değil, dünya görüşlerini yansıtan temel tercihlerin ürünüdür. Bu bölümde bu konudaki örnekler ele alınmakla, etkin kullanılmayan kamu kaynaklarının, etkin kullanılması gereken alanlardan “çalınmış” kaynaklar olduğu vurgulanırsa daha somut bir resim çizmek mümkün olabilir. Gerçekten kamu elindeki kaynaklar etik bir yaklaşımla kullanıldığında hiç de azımsanmayacak sonuçlar yaratabilecek kapasitededir. Üstelik bu kaynakların üreticisi olan toplumun ekonomik düzeyi göz önüne alındığında, “etkin kullanmamanın” faturası daha da yüksek görülmelidir. 2 – 1 – Belediyecilik Tarihimiz ve Hizmet Paylaşımı Bir kentte yaşamak ve o kente hizmet veren bir belediye olarak bu gelişmelerden etkilenmemek mümkün değildir. Çünkü bazen gelişmeler bazı hizmetleri dayatır, bazen de sunulan hizmet tür ve kapsam olarak o kentin yaşamında belirleyici olur. Örneğin Türkiye’de de uygulamaya geçtiği üzere, kentin yönetimi hem bütüncül bakış açısını gerektirir, hem de bu gerekçeye dayandırılarak merkezi bir yapılaşma kurulmasının önüne geçmek için demokratik ve yaygın alt yönetim birimleri kurulmasını öngörür. Kuşkusuz burada sistemin işlerliğini sağlayacak anahtar yaklaşım “işbirliği” ve “koordinasyon” anlayışıdır. Bu anlayış planlamadan hizmetin götürülmesine kadar kapsayıcı bir sürece hakim olur. Hızlı kentleşme sonucu yaşanan metropolitan alan olmaya dönüş, doğal olarak etkin hizmet yürütümü için büyük sorunlar yaratır. “Metropolitan alanda yürütülen kamu hizmetlerinin …yönetim birimleri arasında paylaşılması, büyük ölçüde hizmetin türüne ve alan içerisinde yaşayanların tamamını ilgilendirip ilgilendirmemesine” bağlıdır. (İSBİR, 1986: 215) İşte bu gereksinimdir ki, insanları, büyüyen kentlerin artan sorunlarına çeşitli çözümler arayışına itmiştir. Küresel etkilerle meydana gelen yeni yapılanmaların ve etkileşimin zorunlu kıldığı; kentleşme, küreselleşme ve demokratikleşmeye duyarlı yeni ekonomik, toplumsal, kültürel ve yönetimsel politikaların geliştirilmesi ve özellikle yerel yönetim ve anakent yönetimlerine yeni yaklaşımlar getirilmesi ertelenemez duruma gelmiştir. 2 – 1 – 1 - Belediyecilik Deneyimlerimizin Tarihçesi Yerel yönetim yapımızın, özellikle de belediyecilik tarihimizin incelenmesi, “demokrasi” ve “yönetim kültürümüzün” gelişimi bakımından da örnek niteliğini taşıyan göstergeleri sergiler. İmparatorluk dönemiyle başlatılan mahalli idarelerin ve belediyeciliğin evrimine ilişkin araştırmalarda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, yerel yönetimlerin niteliklerinin karşılaştırılmasında, batıdan farklı gelişmelere sahne olunduğu belirtilirken Osmanlı yönetim sisteminin “kendine özgü”lüğüne dayanan açıklamalar yapılmaktadır. Ancak benzer sonuçlara ulaşmakla birlikte bazı yorumlara göre “aynı süreç gecikmiş bir zaman parçasında, belirgin ölçüde değişen dünya koşullarına rağmen tekrarlanmaktadır ve bu durum batı Avrupa’ya göre gecikmiş olan orta Avrupa’daki gelişmeler için de geçerlidir.” (TÜRKCAN, 1978: ). Bir diğer açıdan, “liberal yaklaşımın batı Avrupa demokrasisinin başlangıcının 12 nci yüzyıla kadar uzanan zengin bir yerel yönetim geleneğinin ürünü olduğu” savına karşı, “batı ülkelerinde yerel yönetimlerin, 12 yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ve merkezileşmiş devlet gücünün oluşumuna engel olan ortaçağ kent yönetimleri radikal biçimde tasfiye edildikten sonra, 19 yüzyılda devlet tarafından ve yukarıdan aşağıya kurulduğu, dolayısıyla batı yerel yönetimleri için tarihte bir an değil mutlaka bir zaman kesiti aranacaksa, bu kesitin 19. yüzyılla sınırlı olduğu” (GÜLER, 1992: 2-3) kabul edilmelidir. Sonuç olarak tarihsel süreçlerin benzerliklerini kabul etmekle birlikte, özgül boyutlarına da gerekli dikkati yöneltmek en doğru yaklaşım gibi görünmektedir. Ankara’nın bu açıdan özel bir yeri olduğu genel kabuller arasındadır. Cumhuriyet döneminde bugünkü anlamda belediyecilik deneyimi, başkentin Ankara oluşu ile belirginleşti ve “Ankara’yı bir Avrupa kenti olarak kurmak” deneyimi 1930 yılında, “1580 sayılı Belediye Kanunu”nu şekillendirdi. Bu nedenle “1930-1944 yılları, Belediye Kanunu dahil tüm belediye mevzuatının denenerek geliştirilip yaygınlaştırıldığı, özgün çözümlerin arandığı, cumhuriyet belediyeciliğinin kuruluş dönemi” olarak kabul edilirken, 1973 sonrası belediyeciliğinin en önemli özelliğinin ise “siyasal” bir içerik kazanması olduğu ifade edilebilir. “”Demokratik yerel yönetim hareketi” olarak tanımlanan bu dönemde ilkeler tanımlanmaya, özerklik, üreticilik, tüketimin düzenlenmesinde etkililik ve birlikçi ve bütünlükçü bir belediyecilik yapılmaya çalışılmıştır” (TÜRKCAN, 1978: 25, 237-255, 269-293) 1980 sonrası yapılan düzenlemelerin ise yönetim anlayışında ve belediyeciliğin sosyal hizmet anlayışında bir dönüşüme tekabül ettiği söylenebilir. Bu dönem, belediyenin bürokratik, hiyerarşik bir yapı olarak yeniden tanımlanarak, özellikle metropol durumuna gelmiş kentlerde yeni düzenlemelerin yapıldığı; Ayrıca belediyelerin bir işletme birimi olarak rasyonelleştirilmesi çabalarının da yoğunluk kazandığı bir dönem olmuştur. Aynı dönemde “bürokrasinin azaltılması, işlemlerin hızlandırılması” ilkesinden hareketle yapılan imar, ruhsat vb konulardaki yasal düzenlemelerin ise sonraki yıllarda kalıcı etkileri olmuş; İşlemler hız kazanırken, beyan esaslı işlemler denetim eksikliğine bağlı olarak büyük sorunlar da yaratabilmiştir. Esasında beyana dayalı işlemlerin temel dayanaklarından biri etik perspektifin devreye girdiği “güven” unsurunu öne çıkarmasıdır. Ancak deneyimin bilançosu, etik açıdan memnuniyet verici sonuçlar sergilememektedir. 2 – 1 – 2 - Yerel Yönetim Anlayışımızın Özellikleri Yerel yönetim anlayışımıza dair en belirgin yakını, “merkezin güçlendirilmesinin ön planda tutulduğu” yolundaki yaklaşımlardır. Bu yargıyı besleyen gerekçeler ise demokratik geleneklerin zayıf oluşundan, üniter yapıya aşırı vurgu yapan bir yönetim anlayışına, belediyelerin kadro ve tenik-mali donanım eksikliklerinden kurumsallaşma sorunlarına ve politikadan arındırılması çabalarına kadar çeşitlenen bir yapı göstermektedir. Oysa bu eğilim dış dinamiklerin de gösterdiği bir basınç sonucu değişim içine girmektedir. “Üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi ve OECD gibi kuruluşlarla, üye olmak üzere başvuruda bulunduğumuz Avrupa Topluluğu’nun bu alandaki normları göz önünde bulundurulursa, belediyeleri siyaset dışına itmenin işin doğasına aykırı olduğu hemen anlaşılır.” (KELEŞ, 1993: 249-255) Siyaset terminolojisine “Özerklik hakkı” olarak giren bu yönelim, yerel toplulukların kendi kendilerini yönetme yeteneğini geliştirmek için kullanılması yanında, yerel nitelikteki hizmetlerin görülmesinde halk desteğinin de güvencesi durumundadır. Ülkemizde belediyelerin “yarı özerk ve merkezi yönetimin uzantısı olarak yerel halka merkezi yönetimin izin verdiği ölçüde hizmet veren kuruluşlar olduğu, bu yargının yapılan araştırmalarda doğrulanması yanında yerel yönetimlerin de kendilerine güvenmedikleri ve kendi güçlerine inanmadıkları” da ifade edilmektedir. Buna göre: “Belediye başkanlarımızın genel olarak yerel demokrasinin temel özellikleri ve uygulaması konusunda duyarlı olmadıkları ve merkezi yönetimin yoğun denetimini olağan karşıladıkları ve gelirlerini artırmak dışında fazla bir şey istemedikleri görülmektedir. Özellikle küçük belediyeler personel ve gelir yetersizliğinin de etkisiyle, bazı yetkilerini merkezi yönetime devrederek sorunlarını hafifletmeye çalışmaktadırlar.” (GÖRMEZ, 204) Yani bir yandan koşulların zorlaması öte yandan kolaycılık ve yakını konusu edilen hususlardaki kanıksanmışlık, durumun süreğenleşmesinde rol oynamaktadır. Yukarıda değinilen çelişik durumun bir benzeri de yönetim kademesi konusundaki halkın beklentilerinde görülmektedir. “Türkiye’de kamuoyunun, halk kitlelerinin devamlı olarak ilçe ve il kurma peşinde koştuklarına” dikkat çeken bazı görüşler de bu yaklaşımın merkezi yönetimi istemek olduğuna, il ve ilçenin merkezi yönetimin taşra örgütü olduğunu vurgulamakla birlikte, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusunda batıdaki örnekler sergilenirken, demokratikleşme ile yakın ilgisinden söz edildiğini, oysa ki ancak 1789’dan bu yana demokrasinin örneği ve beşiği olan Fransa’da, “1981 yılına kadar koyu bir merkeziyetçiliğin uygulandığı, 1975 yılına kadar Paris’te belediye başkanı olmadığı” hatırlatılmaktadır. (Yerel Yönetimlerde…, 1994: 207-214) Gerçekten de sosyolojik alandaki tüm diğer süreçlerde olduğu gibi yerel yönetim anlayışı da ülkelerin kendi özgün koşullarına göre farklılıklar gösterebilmektedir. Bu farklılıklar da dikkate alınmak üzere, dünya deneyimleri ve bilimsel incelemeler dikkate alındığında uygun yönetim modeli seçimi zorlu bir süreçtir. Özellikle günümüzde metropol yapılar gösteren kentlerde yönetim modelleri çeşitlilik sunmakla birlikte başlıca iki kümede toplanabilir: “Birincisi, geçici, küçük çapta ve görev konuları nisbeten sınırlı olanlardır. Yönetimlerarası hizmet sözleşmeleri, yerel yönetim birlikleri ve özel amaçlı anakent kuruluşları bu kümedeki modellerin örnekleridir… İkinci grup yönetim uygulaması ise, yerel yönetim birimlerinin birleşmeleri (Amalgamation) ve aralarında federasyonlar kurmaları şeklinde iki model olarak ortaya çıkmaktadır.” (KELEŞ/YAVUZ, 1983: 264-268; EKE, 1982: 16-27) Doğal olarak bu modellerin herhangi birinin seçilmesi, ülkenin yapısına, demokratik gelişme düzeyine, gereksinimlerine, olanaklarına bağlıdır ve modelin alt örgütlenmelerinin nasıl gerçekleştirileceği ayrı bir araştırma gerektirir. Oysa yine yönetim anlayışımızdaki noksanlıklardan biri olarak bu “uyarlama” sorunun gözardı edilmesi, önemsenmemesi ve hatta küçümsenmesi gibi durumlar, bazı sorunların çözülmesiyle eş zamanlı olarak yeni sorunların üremesine neden olmaktadır. Günümüzde Büyükşehir belediyeleri yönetimleri de kalıpçılık anlayışının ürünü olan benzer sorunlara muhatap kalmaktadır. “Anakent yönetimleri, anakent alanının tümünün yönetiminden tek kademeli bir yönetsel örgüt veya iki basamaklı bir tür federatif yapı oluştururken, sınırları içindeki irili ufaklı yerel yönetim birimlerini bir şemsiye altında toplarlar.” (GERAY ve ark., 1995: 1-2) Bu bütünsel yapının iyi işlemesi, gerçekten de geleneksel demokrasi anlayışına, hizmetlerin bölünme gerekliliğine ve etkin ölçek sorununun etkin kriterler gözetilerek çözümlenmesine bağlıdır. Bugün ülkemizde uygulanan yeni sistem bu yapıyı getirmektedir. Ancak yaklaşık 20 yıllık deneyim, demokrasi pratiği bakımından elde edilen kazanım kadar, özellikle Ankara örneğinde somutlaşan, “sürekli çatışan iki düzey belediye başkanı” görünümüne ulaşmıştır. Yeni sistemle getirilen, Büyükşehir belediyelerinin, ilçe belediyeleri üzerindeki vesayet yetkisi kısa sürede sorun yaratmış ve “3030 sayılı yasa’nın, 1580 sayılı yasaya göre çok daha yeni bir yasa olmasına karşın taşıdığı düşünce bakımından ondan daha yeni ve demokratik bir yapı oluşturmadığı” saptanmıştır. (HAMAMCI, 1991: 19) Karmaşayı kısmen haklı çıkaran en önemli unsurun ise iki sosyolojik temeli vardır. Birincisi yaşamın her alanında beliren büyük değişimler, ikincisi ise 1580 sayılı Belediye Yasası’nın 1. maddesinde somutlanan ve Belediyenin “beldenin ve belde sakinlerinin mahalli mahiyette müşterek ve medeni ihtiyaçlarını tanzim ve tevsiye ile mükellef” oluşunda tanımını bulan, “mahalli, müşterek ve medeni” ihtiyaçlarının kapsamı, gelişimi ve dönüşümünün, mevzuat çeşitliliğini dayatmasıdır. 2 – 1 – 3 - Yerel Reform Tasarıları Yıllardır süren 1580 sayılı yasanın değiştirilmesi ve bir “Reform Tasarısı” kurgulanması serüveninin bir yandan bıktırıcı diğer yandan sürekli gündemde kalışı ile heyecanını koruma başarısı da ihmal edilmemelidir. Öte yandan sürekli yeni düzenlemeler yapılmasının gerektirdiği zihin açıcı süreç de pekala buna dahil edilebilir. Ancak yasanın çıkarılması gerek hükümetler gerekse yerel temsilciler için hiç de başarılı görünmeyen bir etik sınav boyutu kazanmıştır. 1580 sayılı yasanın çok eski bir yasa olması nedeniyle mutlaka değiştirilmesi gerektiği konusunda yaygın bir kabul ve yıllardır bürokratlar eliyle sürdürülen “reform” yasa tasarıları çalışmaları olmuş; Ancak birçok mevzuat hükmünü ve yönetim anlayışını belirlemeye çalışan bu tasarılar, yıllardır bir uzlaşı metnine dönüştürülememiş; bunun da ötesinde yasalaşması için gereken irade bir türlü oluşmamıştır. Bunun birçok sebepleri bulnmaktadır. Çağımız yönetim anlayışının daha yerel nitelik kazandığı savunusu üzerinden iktidarın paylaşıma açılması olasılığı; kentleşmenin artan hızı karşısında tümüyle kentleşmiş alanların çok fazla büyümesi ve bu trendin artarak sürmesi; yerel hizmet kavramının çok geniş bir alana ve çeşitliliğe sahip doğası nedeniyle, yasa hükümlerini benimseyen belediyeciler arasında bile, çeşitli düzeylerdeki görüşlerin farklılaşarak sertleşmesi gibi güçlükleri bulunmaktadır. Buna bir de mevcut uygulamalar içerisinde giderek yaygın görünüm kazanan, suistimal örneklerinin artabileceği endişesi eklendiğinde genel bir gönülsüzlük belirginlik kazanmaktadır. Nitekim sürecin zorluğunu teslim etmek gerekmekte ise de zaman periyodu yine de endişe verici düzeyde uzun sürmüştür. Nihayetinde tüm bu tartışmalara bir yönüyle son vermek üzere, 5216 sayılı yeni Büyükşehir Belediye Yasası ve paralel olarak 5393 sayılı Belediye Yasası 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Ancak kurulan yeni yapı, diğer birçok husus bir yana bırakıldığında, önceki yapıdan çok daha ağır bir vesayet sistemi üzerine konumlanmıştır. Özetlenen sürecin daha küçük ve doğrudan demokrasi pratiklerine daha açık bir yapı yerine, tamamen kentmerkezci bir yönetim yapısı dayatmasının temel sorunu; hemen tüm hizmet alanlarının Büyükşehir vesayeti altında kalmasıdır. Bu da özellikle çevresel sorunlarda etkin muhalefet düzleminin alt birimlerden kentmerkezci yapılara yükseltilerek zorlaştırıldığı gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Sistem açıkça demokratik içerikten geriye dönüş niteliğinde olup, Büyükşehir düzleminde yeni bir merkeziyet kurgulamaktadır. 2 – 2 – Büyükşehir ve İlçe Belediyeleri Yetki Çatışmaları Büyükşehir olan illerde 3030 sayılı yasa ile getirilen yeni düzenlemenin, esas olarak “koordinasyon” kavramı üzerine oturtulmasına karşın, zamanla Türk yönetim yapısının bazı zaafları nedeniyle aksadığına tanık olduk. Her şeyden önce yeni yapı, demokratik içeriği ile yerel yönetim alanının büyümesiyle ortaya çıkan merkezileşme eğiliminin sakıncalarını aşmayı amaçlıyordu. Ancak bir süre sonra demokrasi geleneğimizin “farklılıklara” yeterince açık olmadığı açığa çıktı. Farklı siyasi parti kaynaklı yönetim birimleri arasındaki eşgüdüm, sadece siyasi fark nedeniyle bile aksayabiliyordu. Popülist eğilimler suni gündemler yaratabiliyor ve kavga önce “rating”, sonra kavganın sonucuna göre, “başarı” puanı yaratabiliyordu. Çekişmenin ilk ayaklarından birini hemen seçim sonrası kaleme alınan resmi yazılar oluşturmaktadır. Hizmet alanı çatışmaları 1996 yılının hemen başında gündeme girmiş ve bir daha da gündemden düşmemiştir. Aralarında ruhsatlandırma yetkisi konusundaki uzlaşmazlık da dahil olmak üzere, Büyükşehir Belediyeleri ile İlçe Belediyeleri arasında yaşanan anlaşmazlıklar kısa sürede gündeme oturmuştur. “Bu konuda İstanbul, Ankara, İzmir, Konya; Bursa, Gaziantep ve Kayseri Büyükşehir Belediyeleri düzeyinde 1990 yılında DPT tarafından yapılan bir anket çalışmasıyla ulaşılan sonuçlara göre, Büyükşehir Belediyesiyle ilçe belediyeleri arasındaki dialog’da süreklilik temin edilememiştir. Aralarındaki ilişkiler yeterince güçlü değildir. Bu iki düzey arasında yetki ve kavram kargaşası, mülk ve gelirlerin paylaşımında sorunlar bulunmaktadır. Büyük şehrin ilçe belediyeleri üzerinde koordinatörlüğünün sağlanması ve nazım plan kararlarına uygunluğun denetlenmesinde dar boğazlar sürmektedir.” (ERDUMLU, 1993: 99-104) Ankara bu konuda çok temel bir örnek konumunu işgal etmekte ve Büyükşehir ve Çankaya İlçe Belediyeleri arasında yaşanan örneklerle bu alanda rekoru 10 yıldır elinde tutmaktadır. 2 – 2 – 1 – Cadde ve Sokaklarda Satış Yetkisi Büyükşehir Belediyesince ele alınan ilk konulardan biri, cadde ve bulvarlardaki büfe, karavan vb yerlerin işletilmesi konusundaki yetki çatışması olmuştur. İşyeri açma ve çalıştırma ruhsatlarına dair KHK’nın değiştirilerek kabulüne ilişkin 3572 sayılı kanun ve ilgili yönetmelikte Büyükşehir Belediyesi içinde kalan, İlçe Belediyesi sınırları içindeki, “Büfe karavan, kavun-karpuz sergi yeri, taksi durağı v.b. kamu hizmeti gören yerlere” hizmet vermeye İlçe Belediyelerinin yetkili olduğu tereddütte yer vermeyecek biçimde açık olarak düzenlenmiş ve yıllardır uygulanagelen bir işlem iken, Büyükşehir Belediyesinin 31.01.1996 tarihli yazısı ile 3030 sayılı yasanın 6. maddesinin (A) 9 fıkrasının (c) bendi “Büyükşehir dahilindeki meydan, bulvar, cadde ve anayolları yapmak, yaptırmak, bakım ve onarımını sağlamak, kanunların Belediyelere verdiği trafik düzenlemesinin gerektirdiği bütün işleri yürütmek” ve Uygulama Yönetmeliğinin 13. maddesi ile özellikle (D) fıkrası “yapım, bakım ve onarımı kendisine ait olan meydan ve yolların alt ve üstleri ile tabii eklentileri olan yaya yolları üzerindeki her türlü tasarruf hakkını kullanır ve bu konularda verilen diğer görevleri de yapar” hükümlerine dayanarak; Büfe, karavan, kavun-karpuz sergi yeri ve taksi durağı v.b. kamu hizmeti gören yerlerin tahsisi, kiraya verilmesi, kontrol ve denetimlerin yapılmasının, Büyükşehir Belediyelerinin görev ve yetki alanında olduğu; Bu nedenle, şehrin bütünlüğü, hizmet bütün şehre dengeli götürülmesi, hizmette birlik, beraberlik, uyum ve standardizasyonun sağlanması, görsel güzelliğin, mimari yapı estetiğinin korunması, geliştirilmesi bakımından bundan böyle büfe, karavan, kavun-karpuz sergi yeri ve taksi durağı v.b. kamu hizmeti gören yerlere İlçe Belediyeleri tarafından izin ruhsat verilmemesi istenmiştir. Diğer ilçe belediyelerince açılan davalar nedeniyle İdare Mahkemesi kararları, Danıştay kararları, konuya müdahil olan İl Trafik Komisyonu kararları, ruhsat mükellefi işyerleri adına Ankara Ticaret Odası’nın yazıları, İl İdare Kurulu ve İçişleri Bakanlığının konuya ilişkin karar ve genelgeleri derken, “Yapımı ve onarımı Ankara Büyükşehir Belediyesince yapılan cadde, bulvar ve meydanlar ile bunların tabii eklentileri olan yaya yolları üzerinde bulunan bütün sıhhi ve gayri sıhhi işyerlerinin (kapı numaralarını mezkur yerlerden alan iş hanı, pasaj ve alışveriş merkezleri de dahil olmak üzere) her türlü ruhsat, küşat ve çevre sağlığı denetimleri Büyükşehir Belediyesince yapılacaktır.” şeklinde bir karar tesis edilmeye çalışılmıştır. “Oysa şaşkınlık verici bu yorum öncelikle türkçemizin o müthiş kıvrak yapısından kaynaklanmaktadır. Kararda, söz konusu edilen anlaşmazlık konusu yerler, “meydan, bulvar, cadde ve anayollar” olarak somutlanmaktadır. Yani açıkça “yollar” üzerinde bir tartışma yürütülmektedir. Yol da hepimizin bildiği üzere, gelip geçmeye yarayan ve kişisel mülkiyete konu edilemeyen “kamu alanları”dır. Nitekim anlaşmazlık konusu işlemin temelini oluşturan yerler de “büfe karavan, kavun-karpuz sergi yeri ve taksi durağı gibi kamu hizmeti gören yerler”dir. Bu yerler ağırlıklı olarak “sabit yapı” tanımına girmezler, hem de işgal ettikleri alan bakımından “mülkiyet” konusu olamazlar. Çünkü türkçede, “bulvardaki alışveriş merkezi, caddedeki işhanı” gibi tarif edilen yerler, aslında doğrudan doğruya “bulvar ve cadde”nin içerisinde değil, sadece tarifi kolaylaştıran bu yerlere cepheli olan yerlerdir. Yani hem bulvar ve caddede değildir, hem kamu alanı değildir, hem özel mülkiyete konu yerlerdir.” (FIRAT, 2002: 55-56) Bütün bu açıklığına karşın, konuya müdahil olan merkezi yönetim yetkilileri hatalı yoruma destek verecek genelgeler yayınlamışlar, konu nihayet Danıştay 8.Dairenin “Yürütmeyi Durdurma Kararı” ile geçici olarak çözümlenmiş görünmektedir. Ancak işlemin seyrinde görüleceği üzere, tartışmasız yetkilerin, çelişik mevzuat hükümlerine dayanılarak tartışmaya açılması ve yargı aşamasında gerek yaratılan de-facto durumlar gerekse savunma yeteneğine bağlı olarak Büyükşehir lehine mevzi kaybedilmektedir. Sorunun temeline odaklanıldığında bu tür geçici tesisler için yıllar süren dava süreçleri ve inanılmaz sayıda yazı dikkate alındığında bir anlam üretmek zor görünmektedir. Oysa gerçek çok basittir. Kentin nizam ve intizamına doğrudan taalluk edebilecek bu konu, bir siyasi rant konusudur. Küçük çaplı rantlar üzerinde sürdürülen bu ısrar, kent merkezlerinde çağdaş görünümler yerine, simit büfeleri, diğer geçici büfeler, meyve suyu satış yerleri, eski ve kötü görünümlü otobüslerden yapılan seyyar sebze satışları gibi çağdışı görünüm ve yöntemlerin, kent merkezlerimizin üstelik yetkili ellerce sürdürüleceğini açıkça sergilemektedir. 2 – 2 – 2 – İmar Uygulamalarından Kaynaklanan Yetkiler Bir diğer önemli çatışma alanı ise imar uygulamalarındaki yetkiler olmuştur. İmar planlarının 1/5000’lik düzeyinde nazım plan yapımı için Büyükşehir Belediyeleri’ni yetkili kılmasına karşın 1/1000’lik uygulama planlarının İlçe Belediyelerince yapılması bu alanı da sürekli bir mücadele alanı haline getirmiştir. Üstelik konu imar olup, rant ile ilişkilendirme daha apaçık bir nitelik taşıyınca her çatışmada bir taraf aleyhine suistimal ve haksız kazanç iddiası sıradanlık kazanmıştır. Planlar “red” ve “ısrar” kararları sarmalında tekrarlanmış durmuş, vatandaşlar iki düzey arasında gidip gelmeye mahkum kılınmıştır. Çok büyük yerleşim yerleri bir düzeyde plan sahibi olmalarına güvenip hak tesis ederken, diğer düzeyin kimi zaman siyasi olmaktan başka amaç taşımayan inadı konuları dava sürecine sürüklemiştir. Çatışmanın en önemli aşaması üstgeçitlerle olan kısım ilgili bölümde detaylandırılmış olduğundan, burada, değinilen tartışmayı takiben, çatışan tarafların sürekli karşı adım şeklinde gelişen işlemleri irdelenecektir. İlk adım olarak,üstgeçitlerin yıkımı konusundaki yetki atışmasına mukabil olarak Büyükşehir Belediye Başkanlığı da “altında alışveriş merkezi bulunduğu” gerekçesiyle, Çankaya Belediyesi’nin Yıldız semtinde yaptırmayı düşündüğü Belediye Sarayı’na izin vermemiştir. Gazetelerde bu konu yorumlanırken başka bir bağ kurulmak suretiyle, “Eski otobüs terminalinin geniş arazisi üzerinde yaptırmayı düşündüğü kendi Belediye Başkanlık Sarayı için ise toplam 16 eser için 126 milyar lira bir para ödülü düzenlenirken, tesis 5 yıldır boş olduğundan, rant tesisi ilavesi olup olmadığı henüz bilinemiyor” şeklinde görüş belirtilmiştir. (Büyükşehir bu projeyi “beğenmemekle” kalmıyor, İçişleri Bakanlığına, “projenin usulsüz olduğu” savıyla şikayetçi oluyor. Şikayetleri değerlendiren İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu, soruşturma açılmamasına karar veriyor.) Öte yandan Büyükşehir tarafından, sadece birkaç gün önce yine gazetelere yansıyan bir haberde, AŞTİ’nin başka yere taşınması ve mevcut alanın fuar haline getirilmesi ile Ankara için gelir de sağlanması önerisi dile getirilince “savurganlık” suçlaması ile karşılaşılıyor. İkinci adım olarak, Büyükşehir Belediyesince bu kez, “Çankaya bölgesinde yıkım kararı verilen kaçak yapılarla ilgili denetleme yapmak için, Hukuk Müşaviri ve İmar Daire Başkanı Çankaya Belediyesi İmar Müdürlüğüne gönderiliyor. Yaşanan tartışmada, Çankaya yetkilileri Büyükşehir Belediyesinin böyle bir yetkisinin olmadığını, bu yetkinin İçişleri Bakanlığında olduğunu ifade ediyorlar. Büyükşehir yetkilileri ise 3030 sayılı yasanın 14. maddesinin ‘n’ bendi ve Uygulama Yönetmeliği’nin 10.maddesinin Büyükşehir Belediyesi’ne denetleme ve koordinasyon görevi verdiğinden bahisle itiraz ediyorlar. Çankaya tarafınca ise daha önce aynı konuda Büyükşehir Belediyesi tarafından Ankara 8.İdare Mahkemesi’nde açılan davanın reddedildiği belirtiliyor ve denetim yapılmadan konu kapanıyor. Ancak Büyükşehir Belediye başkanı İçişleri Bakanlığı’na konuyla ilgili suç duyurusunda bulunacaklarını belirtiyor. Tartışma Danıştay 1.Dairesinin Büyük şehrin inceleme yetkisini kabulüyle son bulmuştur. Buna göre, dairenin danışma ve idare kararında, Büyükşehir belediyelerinin imar uygulamaları ve diğer işlemleri üzerindeki denetleme yetkisi, araştırma, inceleme, bilgi ve belge isteme hakkıyla sınırlı tutuldu. Bu kararı takiben denetleme krizi yineleniyor. Daha önceki denetim ekibinde de yer alan Hukuk Müşaviri’nin, kaçak bina durumunda olan Başkent Hastanesi’nin yıkımı sırasında, Çankaya Belediyesi görevlilerini engellediğini hatırlatan Çankaya Belediye Başkanı şimdi aynı kişinin kaçak yapılarla ilgili denetim yapma çabasını eleştiriyor. Üçüncü adımda, Büyükşehir Belediye Başkanı savaş ilan ediyor ve bu kez, Çankaya Belediyesinin yetki alanında bulunan 6 sokağı cadde yaparak Büyükşehir’e bağlama girişiminde bulunuyor. Konu Belediyenin Meclis toplantısında, ilgili komisyona havale ediliyor. Bütün bu aşamalar bir gerçeği ortaya koymaktadır, kentin imarı gibi bir konu, sadece popülist ve siyasi amaçlı bir “yetki sorunu” haline getirilirse, bir sorunu takiple görevli birkaç birim bulunması halinde yaşanan süreç yani takipsizlik, karmaşa ve sonuçsuzluk durumu yaşanıyor demektir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak, özellikle belediyelerin yapı kontrol hizmetlerinde yaşanan acizlik, imar affı uygulamalarının da gerekçesi durumuna gelmektedir. Yapı kontrol hizmetlerini zaman zaman “diğer bazı ülkelerdeki gibi ülkemizde de değiştirmek, yapı polisine benzer bir teşkilat kurmak suretiyle devlet eliyle yürütülen bir hizmet haline getirmek” (ERSOY, 1997: ) şeklindeki görüşe ise gerek polisiye tedbirlerin anlam ve yeterliği gerekse yerel yönetimlerce etkin olarak kullanılabilecek bir yetki alanının daha devri anlamına gelebileceği endişesiyle katılınmamaktadır. Ancak organizasyonun tartışma konusu edilmesi hizmeti etkilememelidir. Yapılaşma konusunda yetkili ve etkin bir denetimin varlığı “Yerleşmeler içinde ve çevresinde bazı alanların yapılaşma dışı kalmasının olanaklarını da sağlar.” Nitekim bu konuya Habitat sürecinde hazırlanan “Ulusal Rapor ve Eylem Planı”nda Öncelikli Konular arasında yer verilmiştir. Bu kapsayıcı çalışmalarının gereğinin yapılması, kısır yetki çatışmalarından sıyrılarak, koordinasyona dayalı bir hizmet anlayışını hakim kılmayı gerektirir. Nitekim yerel hizmetlerin istisnasız tümü işbirliği olmadan çözülemeyecek sorunlardır. Bu açıdan bariz kasdi çatışmalardan kaçınarak çevre değerlerini gözeten bir yaklaşım geliştirilmesi etik açıdan da uygun yaklaşım olacaktır. 2 – 3 – Kentin Tarih ve Kültürünün Önemi Kentin tarihi ve kültürü açısından önemini algılamak yanında bu mirası benimseyerek sahiplenmek ve sürdürülebilirliğini sağlamak da çevresel açıdan büyük önem taşımaktadır. Ancak veri koşullar hem zenginliklerimizi hem de sınırlılıklarımızı oluşturur. “Ekonomik gücümüz, daha önce kurulmuş kentler, teknolojik olanaklarımız, nüfus, bağlı olduğumuz toplumun türlü koşullandırmaları, sınırlandırıcı ögelerden birkaçını oluşturuyor.” (İNAM, 1991: 21) Üstelik yalnız sınırlılıklarımız değil, geçmişimiz, kültürümüz ve vizyonumuz alanındaki tercihlerimiz de belirleyicidir. Çünkü uygarlık, üretimin hayatta kalmamızı sağlayan bölümünden arta kalanla yarattığımız alanda ortaya .çıkar. Anıtlar, kaleler, şatolar bunların en önemlileridir. Bütün bu örnekler uygarlığın kensel mekanlarda somutlandığını göstermektedir. Dolayısıyla geleceğe mirasımız olan kentlerimiz toplumsal yapımız hakkında bir “şifre çözücü” işlevi görmektedir. “Bugün “doğa” dediğimiz, yani kentlerin, yapıların, yolların, kanalların vd dışında kalan alan bile, coğrafya kadar tarihin de ürünüdür” (DUVERGER, 1975: 81) “Kentin fiziksel morfolojisi sosyal morfolojisinin bir yansımasıdır.” (HUOT ve ark., 2000: 14) Dolayısıyla yarına kalan eserler, uygarlığın düşünsel ve fiziksel gelişiminin göstergeleridir. Kent, mekan örgütlenmesindeki en büyük ve önemli araç olma konumunu kendi kimliğiyle korumakta ve vurgulamaktadır. Bir yönüyle ilkel dönemin savunma güdüsünü, bir yönüyle iktisadi yaşamın oluşum ve gelişim koşullarını, bir yönetim sistemi çerçevesinde belirginleşen ahlak ve hukuk sistematiğini sergileyen kent, insan hayatını düzenleyen en önemli fiziksel yapıdır. Yapılar ve yapıları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, sosyal donanım sistemleri ile yaşam mekanlarımız çerçevelenir. “Bütün bu alanlarda insanların ve toplumların öncelik ve önemlilik açısından tercihleri kentlere farklı özellikler kazandırır. Tarih bu açıdan sonsuz zengin örnekle doludur. Bu tercihlerin kökenini, insanın kendisi ve çevresi hakkındaki yargı ve tasarımları oluşturur.” (CANSEVER, 1997: 125) Yani hem bir insan yaratımıdır, hem de insani yaratımın fiziksel sınırlarıdır. Bu yargı ve tasarımların fizik mekana yansımasıdır mimari. Bir süre sonra ise o kalıplar insanın yaşamı kadar fikirlerini de belirleyen bir anlam kazanır. Mimari eserlerin kalıcılığı üzerine birçok yorum yapılmış ise de Victor Hugo’nun bir katkısını da atlamamak gerekir. “Notre Dame de Paris” adlı eserini giriş bölümünde mimarlık felsefesi yapan yazar, “taştan kitap” olarak nitelediği mimarlığın “kağıttan kitap” karşısında öleceğini vurgulamaktadır. (1997: 64-66) Oysa yazarın çarpıcı vurgularındaki haklılıklara karşın, mimari, daima simge değerini koruyarak kitaba göre daha kalıcı olmuş, korunurluğu konusundaki tartışmalar her dönem sürmüştür. Kentin tarihi, insanlık tarihinin yapılarda somutlanan öyküsü olmaktadır. “Tarih, düşünsel, sosyal, fiziksel bütün boyutlarında süreklilik ve süreksizliklerle doludur. Bunların bir örgüsüdür. Bunun yanında, birbiriyle ilişkili bir eşzamanlı olgular düzeyinde, bazen fiziksel boyut yok olur, fakat onun düşünsel yanı yaşamasını sürdürür; bazen fiziksel çevre kalır, içerik yok olur.” (KUBAN, 1984: 4) Kuşkusuz amaç, fiziksel ve düşünsel bütünlüğün korunabilmesidir. Aksi takdirde görünüm, gerçek bir söylem içeriği kazanamaz. Bu saptamanın yanı sıra düşünsel ölçekte yaşanan yozlaşmayla da paralel olmak üzere kent düzleminde yeni sorunlar doğmaktadır. Lynch’in, kent imgesini yaratan ögelerin yollar, işaretleşen anıtlar, kenarlar, kavşaklar ve bölgeler olduğu yolundaki vurgusu hatırlandığında, (1997: 99) tarihsel boyutun, günümüzün devasa boyutlu ve yeni anlayışların ürünü yapıları karşısında sürekli bir gerileme içinde olduğu görülmektedir. Dolmabahçe’nin yanına Swiss Otel, Çırağan’ın yanına Kempinski, Yeni caminin önüne geniş trafik kavşakları inşa edilmesine dikkat çeken Kuban, eskiye oranla şöyle bir fark bulmaktadır: “Eski ikilemleri otokratik sultanlar yaratıyordu. Bugünkünü para oligarşisi yaratıyor. Eskisinde büyük bir estetik çaba ve toplumsal konsantrasyon vardı. Bugünkünde acele, sıradanlık, estetik yozlaşma var. Her boyutta kaybettiklerini, fiziksel devleşme ile kapamaya uğraşıyor. (KUBAN, 1998: 13) Günümüzde aynı yaklaşımı çevresi ve çehresi değişen Ankara için de gözlemlemekteyiz. Kentin en modern mimari örnekleri, yalnızca büyük oteller ve alışveriş merkezleri olarak ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman değişimin görünür yüzü son derece paracıl bir niteliktedir. Kuşkusuz koruma alanının derin ve karmaşık açmazları, özelleştirme felsefesi için bir kapı aralamaktadır. Değerler dünyasında yeri gerileyen kültürün öne çekilebilmesi bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Ekinci 1982’de Mexico’da biraraya gelerek Kültür Politikaları Üzerine Dünya Konferansı olarak gerçekleştirilen toplantıdan şöyle bir alıntı vermektedir: “Bir insanın, yerel,bölgesel, ulusal topluluğuyla ve bu topluluğu belirleyen ahlaki ve estetik değerler ve dille kendiliğinden özdeşleşmesi, bu topluluğun tarihine, geleneklerine, törelerine ve yaşam tarzlarına sahip çıkma biçimi; ortak bir yazgıya katlanma, bu yazgıyı paylaşma ya da değiştirme duygusu: sürekli olarak kendi görüntüsünü yansıtan, eğitim yoluyla kişiliğini oluşturmasını ve çalışarak bu kişiliği geliştirmesini sağlayan kollektif bir ben’de yansılanma biçimi, işte kültürel kimlik, herşeyden önce budur.” (EKİNCİ, 1994: 101-104) Bu kimliğin bilince yansıması, bir gereksinim olarak hissedilmesi ve kültür yaşamına eşitlikçi bir katılımın sağlanması ile olanaklıdır. Ancak bu tür çalışmaların temel paradigması, herhangi bir politika ya da altyapıyla desteklenemeyen bir temenni olarak kalmalarıdır. Kentsel simgelerle bezenmiş olan kent mekanı, aynı zamanda kültürün somut yansımalarını içeren bir bellek vazifesi de görmektedir. Hobsbawm bunu şöyle açıklar: “Benim kuşağımdan ve daha önceki tarihçiler için geçmiş yok edilemez. Bunun nedeni sadece caddeleri ve meydanları hala tanınmış kişilerin isimleri ve olaylarla anan, barış anlaşmalarını imzalandığı yerle özdeşleyen ve savaş anılarının geçmiş günleri hatırlattığı bir kuşağa mensup oluşumuz değil, kamusal olayların hayatlarımızı oluşturan dokunun bir parçası olmasıdır.” (HOBSBAWM, 2000: 16) Bu parçanın önemi süreğenliğindedir. Oysa yapılan bir araştırmada, “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın, yönetime gelmesinin ardından başkentte 599 meydan, bulvar ve caddenin isminin değiştirildiği” belirtilmektedir. Bu dokuyu koruma kaygısına da çözüm oluşturması yanında, tüketimci kültürün baskılarını aşabilmede, plan, etkin bir hukuki, siyasal ve ekonomik araç olarak görünmektedir. Çünkü işlevsel olarak hazırlanmış bir plan, genellikle kötü bürokratın kaçındığı bir sınırlayıcı belge olmayıp, ufuk açıcı ögeleri de barındırır. “Planlama, koruma ve kullanma kararlarının optimizasyon çabasıdır.” (ÜNAL, 1997: 27) Yani planlama ile bir yandan konut, ticaret, sanayi vb kullanma kararları verilirken, öte yandan da yeşil alan, çocuk parkı, ağaçlandırılacak alan vb koruma kararlarını vermek durumundayız. Koruma kararları dediğimiz yapı yapmaya karşı korunmuş alanlar, hem gelecekte kullanıma açılabilecek bir arazi stoku oluştururken hem de kentin yaşaması için gerekli doğal, kültürel ve tarihi değerlerin gelecek kuşaklara devri için gerekli kültürel stokları da oluşturur. Bütün bu gerçeklikleri zemine yaydıktan sonra konu özelinde son derece çarpıcı ve ironik bir örnek vermek mümkün olmaktadır: Çankaya Belediyesi, ilçe sınırları içerisinde yaptırdığı parka, Cumhuriyet tarihinin en önemli bakanların eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in isminin verilmesini kararlaştırmış, park açılışını bu isime binaen törenle gerçekleştirmiş iken, Büyükşehir Belediye Meclisi’nde onaylanması gereken karar, meclis üyelerinin itirazı ile karşılaşmıştır. Büyükşehir Belediye Meclisi İsimlendirme Komisyonu “Başkanı”, “oylama öncesinde kürsüye çıkarak, ‘Komisyon görüşmeleri sırasında, Hasan Ali Yücel’i, Sağırlar ve Dilsizler Federasyonu Başkanı olarak bildiğinden, isme itirazda bulunmadığını’ söylemiş ve oylamada ret oyu kullanmıştır.” Sonuçta parka başka bir ismin verilmesi kararlaştırılmış ve böylece iki düzey belediye arasında yeni bir sorun doğmuştur. Bu sorun, kentlilik bilinci bakımından olduğu kadar, kenti yönetenlerin genel bilinç ve eğitim düzeylerinin kentin fiziksel yapısına yansımasını ve gelecek kuşaklara aktaracağı kültürel mesajların önemini olanca açıklığıyla sergilemektedir. Kuşkusuz bir kentin kültürünü oluşturan fiziksel yapısı kadar, o kentin yaşayanlarının da o kültürün oluşumunda büyük önemi vardır. Nitekim Bookchin, kentsel kültür ve kentsel uygarlık kavramlarını yalın bir çerçeveye oturtur. “Günümüzde kentsel “uygarlık” olarak adlandırdığımız şey, belli bir kentin ayırt edici ana sonucu değil, düzensiz bir yan ürünüdür. Böyle bir “uygarlık”, yerleşimin doğuştan sahip olduğu özelliklerden değil, birey ya da şirketlerin tek tek yaptıkları düzensiz etkinliklerin sonucunda ortaya çıkar.” (BOOKCHİN, 1999 b): 36) Yani Bookchin’in uyarısını dikkate almak gerekirse, bir kent, coğrafi yeri ve tarihi gelenekleri yönünden ne kadar benzersiz olsa da ancak bugünkü bireyler düzeyinde bir kültür yaratımı sözkonusu olabilir. Nitekim Ankara’nın gerek insan tablosu, gerek mekansal gelişimi bu yargıyı doğrulayan simgelerle örülmüştür. Bu tarafsız konumdan hareket edildiğinde, varolan kültürün kent düzleminde yansıması, olumlu ve hatta demokratik bulunabilir. Nitekim Ankara örneğinde, kentdaşlar, %70’ler dolayında gecekondululaşmış yapısı nedeniyle, kentsel kültürün oluşumuna ya yabancılaşmış durumdadır, ya da doğal katılımı nedeniyle farklı bir kültür sergilemektedir. Ancak burada çalışmanın başında Kuçuradi tarafından ileri sürülen demokrasi ikilemini hatırlamakta yarar vardır. Daha iyiyi amaçlamayan, daha iyiye evrilme potansiyeli içermeyen duruşlar, yalnızca varolmalarının bir kültür oluşturduğuna inanma tuzağına düşerler. Çünkü “kültürel varoluş”, insanlık için getirdiği ya da taşıdığı artılar için geçerli ve önemlidir. Bu da bilinç sorununu öne çeker. Dolayısıyla yabancılaşmış ya da farklılaşmış ögelerin değerlendirilmesi öncülünden hareketle; Her iki durumda da yerel bir bilinç oluşturulması, yerel yönetimlerin kültürel çalışmaları arasında olmalıdır. Bu bilinç düzeyinin, çalışanlar bazında yansıması da düşünüldüğünde, eğitim etkinlikleri hem verilecek hizmetin artırılması hem de hizmet talep edecek kitlenin kültürel düzeyinin yükseltilmesi bakımından artmakta ve çeşitlenmektedir. Bu durum da kentlilik bilincinin oluşturulması bakımından yerel birimlere önemli görevler yükler. Her şeyden önce bu konu bir eğitim konusudur. Yani gerek yerel halkın eğitimi, gerekse yerel birimlerde görev yapan personelin eğitimi bu anlamda son derece önemlidir. “Yerel toplumun ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel alanda kendisini varettiği, geliştirdiği belediyelerin, gelişme, yenileşme ve çağdaş bir belediyecilik anlayışını yaşama geçirme sorunu yalnızca yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesi sorunu değil, aynı zamanda belediye çalışanlarının ve yerel toplumun eğitimi sorunudur da.” (GERAY/HAMAMCI, 1994: 7). Genelde belediyecilik, özelde belediye yönetimi bir uzmanlık alanı olarak ayrı bir öğretim ve eğitim konusunu oluşturmaktadır. Nitekim gerek belediye içinde ilgililere dönük, gerekse kent sakinlerine dönük, eğitici ve kültürel çeşitli etkinlikler yürütülmektedir. Ankara hala çeşitli iyi niyetli ve başarılı müzik, sinema vb festivallere ev sahipliği yapma geleneklerini kurmak ve koruma uygulamalarına zemin oluşturmaktadır. Belki tek eksik unsur “düşünsel ortaklığın” henüz tam oluşmamasıdır. Bir kentin kimliğini oluşturan, tarihi, kuruluş felsefesi ve kentin bugünkü yapılanması ve ülke ve dünya içindeki yerinin tartışılmasıyla; daha sağlam bir zeminde belirginleştirilecek bu kimliğin, kentdaşlarca yeniden hatırlanması ve benimsenmesiyle böyle bir bilinçliliğin kurgulanıp, korunması olanaklıdır. Bu bilinç, en etkin çevre koruma hareketi niteliğindedir. Çünkü kentsel çevreye karşı etik bir akış açısı geliştirmek kentsel tarih ve bilinci canlı tutmayı garanti eder. 2 – 4 – Kent Yönetiminde Katılımcı Açılım Kentler, siyasal, ekonomik ve idari yönetim birimleri olarak aynı zamanda demokrasi anlayış ve kültürünün de somut olarak simgelendiği birimlerdir. Günümüzde demokratik yapılanma yalnızca seçim pratiği ile sınırlandırılamamakta, yönetime katılma da etkin bir kriter olarak kabul görmektedir. Üstelik yerel yönetimler hem organik yapılarındaki seçilmiş üyeler olan meclis üyeleri hem de yerel gönüllü kuruluşlarla fizik ve ilgi alanı yakınlıkları nedeniyle katılım sürecinin somutlanmasında en uygun alanlardır. 2 – 4 – 1 - Kent Yönetiminde Katılımın Tarihi Kentin, bir yönetim birimi olarak ortaya çıkışından günümüz kentlerine, kent yönetimine katılım, farklı örneklerle hep yaşamıştır. “XIV.yy. Floransa’sında tanımlandığı içeriğiyle özgürlük, kentlilerin ortak çıkarlarını dışarıya karşı korumak anlamında bir ortaklık bilincine, kentlerin teşkil ettikleri komünal ilişki bağlamında bir kardeşlik” içeriğine de sahipti. (AĞAOĞULLARI/KÖKER, 1991: 150-162) Pirene de kentsel gelişimi, kentsoyluların, kentsellik eğilimlerine ve kentli kimliklerine bağlamaktadır. (1982: 145-150) Dolayısıyla kentlerin bağımsızlığı, özgür kentli tarafından garanti edilen bir yapı olmaktadır ve kentlerin kentliler tarafından yönetilmesi anlamını da içermektedir. Ancak bu yaklaşımın siyasal içeriğinin uluslaşma sürecine paralel olarak erimesini takiben, kentin siyasal olarak bağımsızlığı ile kentlilerin siyasal yaşama katılımı çakışan bir şekilde gerileme göstermiştir. Bookchin, bugün yeni bir açılımla bu ruhu canlandırmanın ve “özgürlükçü belediyecilik” adını verdiği projesi ile benzer bir kamu yaşamı biçimi kurmanın olanaklılığını savunmaktadır. “Bugün özgürlükçü belediyecilik, politika teriminin özgün helenik anlamını –gerçekten katılımcı bir demokratik kurumlar gövdesi aracılığıyla polisin meselelerinin yönetimi- yeniden ele geçirmeye ve ona hayatiyet kazandırmaya çalışmaktadır.” (1994:70) Ancak Osmanlı’da kentlinin, kentin fiziksel olarak yaratılmasında kurumsal katkısının olmaması ve kentin doğrudan devletin ve sonuçta sultanın istekleri doğrultusunda biçimlenmesinden (KUBAN, 1998: 13) hareketle, Avrupa kentsel sözlüğünün katılım vurgusu bizim için sorunlu olmaktadır. Kuşkusuz gelenek dışındaki ögelere de değinmek gerekmektedir. Bu ögeler kısmen konjonktüreldir, kısmen tercih edilen bir yönetim aracı. II.Dünya Savaşı sonrasında gelişmekte olan ülkelerin genellikle popülist politikalar izlemiş olması geleneksel yapılardaki çözülme ile kentsel toplumsal düzenin uyumlaştırılması arasındaki eşgüdüm sağlanamamıştır. “Yeni ilişki biçimleri gelişememiş, sivil toplum kurumları oluşamamış, toplumsal yapı ve siyasal ideolojiler kristalize hale gelememiştir. Böyle bir geçiş toplumunda popülizm, kristalleşmemiş değişik grupları birarada tutabilen bir ideoloji olabilmiştir.” (TEKELİ, 1995: ) Böylece daha sonraki süreçlerde katılım yalnızca popülist bir araç olarak gündeme gelmiş ve doğal olarak da kent düzleminde farklı yansılar oluşmuştur. Sonuç olarak, günümüzde yönetime katılım terminolojisiyle, ile iç ve dış dinamiklerin şekillendirdiği bir yönetim anlayışı, temsiliyet krizi, yönetişim vb söylemleri eliyle farklı bir baskı aracı olarak sergilenmektedirler. 2 – 4 – 2 - Çağdaş Bir Gereksinim Olarak Kentlerde Yönetime Katılma Özellikle 1980’ler sonrasında refah devleti anlayışının toplumların taleplerinin gerisinde kaldığı ve siyasal olarak kendini ifade etmek isteyen gruplar karşısında merkezden yönetim anlayışının sorunlu bir noktaya geldiği vurgulanmaktadır. Yeni dünya düzeni olarak da adlandırılan bu tarihsel dönemeç, “Daha desantralize, halkın sürekli değişen gereksinimlerine ve yönetime katılmasına önem veren, temsili demokrasinin sorgulandığı, yerel yönetimlerin ve yerel demokrasinin güçlendiği bir ortamın doğmasıdır.” (ÜNLÜ, 1993: 1-3) Çünkü yönetim alanında daha küçük ölçeğin, daha ulaşılabilir olduğu ve yerel taleplere daha duyarlı olacağı varsayılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde kalkınma, önemli ölçüde, halkın yönetime etkin katılımı ve yerel kaynakların harekete geçirilmesi ile gerçekleşmiştir. Bu ülkelerde, yerel yönetimlerin birçok açıdan özellikle demokrasinin yaygınlaştırılması, yerel kaynakların harekete geçirilmesi, hizmet önceliklerinin belirlenmesi ve hizmet maliyetinin düşürülmesi açılarından, merkezi yönetime üstünlüğü kabul edilmektedir. Bütün bu yaklaşımların biraradalığını gerektiren bu sistemik ağın kurulumunda, demokratik bir toplum talebi en çarpıcı argümandır. Yönetim alanında yaşanan krizler de bu tarz istemleri besler. “Demokratik bir toplum için ekonomik (yüksek düzeyde refah, pazar ekonomisi); Toplumsal- Kültürel (çoğulcu yapı, farklılığa ve uzlaşmaya daha hoşgörülü bir kültür) ve siyasal (geniş bir siyasal katılıma, siyasal rekabet ve pazarlık) öngereklerinden sözedilmelidir.” (SARIBAY, 1991: 14-15) Ancak sorun bu kurguların gerçekleşme düzeyinde yatmaktadır. Özellikle katılım mekanizmalarının eşitlikçi ve ulaşılabilir kılınması yönündeki zeminde düzenlemeler gerçekleştirilmedikçe, katılım, yalnızca daha kolay ulaşabilenler için açık bir yol olmaktadır. Oysa vaadler alanında sık karşılaşılan katılım gereksinimi, uygulama alanında kolaylıkla içi boş bir mekanizma durumuna getirilir. “Katılma, bir ankete cevap vermekten bir işi başından sonuna üstlenmeye uzanan bir çeşitliliği kapsar. Tutucu politik partiler, yurttaşların kentin biçimlenmesine katılmalarını, (demokrasinin oksijeni) olarak niteleseler de, onlar için oyunun kurallarını bozmamak, yetkileri paylaşmamak ve sonuçta katılım ilkesini bir (danışma) mekanizması olmakla sınırlamak önce gelmektedir.” (BUMİN, 1990: 150) (Buradan hemen Ankara özelinde yapılan tüm ulaşım projelerinde Mimar ve Mühendis Odaları yetkililerini dikkate almayan belediye yönetiminin; Kızılay’da altgeçitlerin kullanımı konusunda, önce “referandum” sonra “anket” adlandırması ile uyguladığı katılım pratiği hatırlanabilir.) Öte yandan yönetimi etkileyecek katılmacı partiler, temsilciler ve çıkar örgütlerinin içerikleri ve görev alanları konusunda yaşanan değişim, esasında katılım kavramının siyasal içeriğinde de bir dönüşüm olduğunu göstermektedir. 2 – 4 – 3 - Sivil Toplum Kuruluşları Eliyle Katılım İnsanlar doğada toplumsal gruplar halinde yaşamak zorunda olduklarından, bazı sorunları tek başlarına halledememişler, birlikteliğe gereksinim duymuşlardır. Karşılaşılan bazı sorunlar, bireylerin giderme gücünü aştığından, bireyleri ortak yönde davranmaya sevk etmiştir. İnsanların içinde yer aldıkları gruplar, büyüklü küçüklü karmaşık örgüt ağlarından oluşmaktadır. “Toplumdaki bireylerin etkin, bilinçli, örgütlü katılımı da büyük önem arz etmektedir. Böylelikle bazı amaçları gerçekleştirmek ve geniş halk kitlelerini bilinçlendirmek için uğraşan ve gönüllülükle çalışan gruplar vardır.” (DİNÇER, 1996: 48) Karmaşık yapıları içeren örgütler, içinde yer aldıkları toplumların sosyal, ekonomik, kültürel yapılarından etkilenirler. Gönüllü kuruluşlar, kamu yönetiminin dışında yer alan, üyelerinin bir araya gelmeleriyle oluşan, kar amacı gütmeden, gönüllü olarak çalışan, esnek yapılara sahip ve kararlarında katılımcılığın olduğu sivil toplum örgütleridir. Hükümet dışı örgütler, özel gönüllü kuruluşlar, gönüllü kalkınma kuruluşları, yurttaş örgütleri ve benzeri isimler altında adlandırılmaktadırlar. Bu kuruluşlar toplum içinde örgütlerinin üstlendikleri rollere ve çalışma tarzlarına göre birbirinden ayrılabilirler. Bugün katılım ilkesini yaşa geçirmede en önemli aktörler olan sivil toplum örgütleri, aslında uygar toplumların temel yapılarından biri olarak kabul edilir. “Marksist terminolojide ticaret ve sanayi sektörü, Gramschi’nin yazılarında ise, burjuvazi hegemonyasının (iktisadi yapıyı ve onun sürekliliğini sağlayacak dönüşümlerin) oluşturulması; Hegel’e göre karşılıklılık ve olumsuzlama ilkesine dayanan bireyselliğin aşılması ve evrenselliğe yönelim; Mardin’e göre ise, şehir adabıdır.” (Sivil…, 1997: 59) Kent yönetiminde rol almak bu kuruluşlar için önemli olmalıdır çünkü bu paylaşım çalışmaların etkin, güvenli ve uzun soluklu olmasına da destek sağlar. Birçok düşünür, planlama alanında bu katkıyı önemser. Bugün mevcut yapının kentsel mekan düzeyinde de kentli sakin düzleminde de sürdürülebilir olmadığı görülmektedir. Bu nedenle katılım ruhu yeniden canlandırılması gereken önemli bir araç durumundadır. “İlk yapılacak şey, yerel yönetimlerde ve toplumda imar ilkelerine saygılı olma bilincinin yaratılmasını sağlamaktır.” (Yerel Yönetimler ve…, 2001: 101) denilmek suretiyle bir saygı ve bilinç gereğine vurgu yapılmaktadır. Tekeli bunu sağlamanın yolunu “planın sahiplenilmesi” ve dolayısıyla katılımcı kılınmasında bulmaktadır. Bugün belediye meclislerinin, üyelerince en büyük ilgi gören komisyonu İmar Komisyonlarıdır. Nedeni kolaylıkla tahmin edileceği üzere, bu meclislerce verilen plan kararlarıdır. Plan eliyle yaratılan rantların dağıtılması yerel politika içinde çok etkili bir araçtır. Ancak bu kararların halkın ne kadar çok kısmının katılımını sağlarsanız, uzlaşı o kadar güçlenir. “Eğer siz planınızı geniş halk katılımlarıyla hazırlayabiliyorsanız ve halkta o plan üzerinde bir konsensüs yaratabiliyorsanız, politikacının da o planı yadsıması, o plana ters harekette bulunması zor hale gelecektir. Yani bu iki taraflı bir süreçtir...” (TEKELİ, 1991: 32) Burada “katılım” sürecinin planların yalnızca “teknik” bir işlem olmadığı önkabulüne dayanması, katılımın geniş halk kitleleri nezdinde gerçekleşmesi kuralına bağlıdır. Aksi takdirde, sadece ranttan yararlanacaklarla kurulacak diyalog, arzu edilen katılımı sabote edebilecek bir gelenek geliştirebilir. Kentlerin yönetiminde seçilmiş insanların etkin olmasının, katılımcı ve demokratik yapıyı güçlendirdiği görüşü ise günümüzde hayli zedelenmiş görünmektedir. Bunun en önemli nedeni, yeni bir dünya düzeninde, ulusal yönetimin sürdürülmesi mekanizmalarının, giderek daralması ve aşınmasıdır. İkinci neden ise yeni düzenin taleplerinin çelişik unsurlar üzerinde yükseltilmesidir. Çünkü aynı eleştirel uzlaşıya göre, hem globalleşme sözkonusudur, hem de yerel kimlik odaklı beklenti ve talepler. Bu konuda eleştirel ve karamsar bir yaklaşım sergileyen görüşlere göre, ”Ölçeği nedeniyle demokrasinin temeli olarak yerel yönetimlerin gösterilmesine ilişkin sav yalnızca iyi niyetli bir beklentidir. Üstelik bugünü ve geleceği megalopolde yaşayan çağdaş toplum sözkonusu olunca, yalnızca iyi niyetli bir beklenti olmakla da kalmamakta aynı zamanda nostaljik bir nitelik kazanmaktadır” (GÜLER, 1992: 2) Çünkü “Büyükşehir idareleri günümüzde artık bir hemşehri idaresi düzeyini çoktan aşmıştır. Belediye yönetimine katılacaklar, birbirlerini tanıma ve bu nedenle birbirlerine güvenme yerine, bağlı oldukları siyasi partinin elemanı olmanın yörüngesi içine girmişlerdir.” (AÇIKALIN, 1977: 122) Bu değişim, belediye yöneticilerinin yerel taleplere değil, parti politikalarına duyarlık göstermesi ve çoğu zaman siyasal bir üst hizmet alanına geçmek için basamak olarak kullanması sonucunu yaratmaktadır. Katılım sorunsalı çok değişik açılardan belediye yönetimlerini etkilemektedir. Ancak ilkede uzlaşı sağlamak müteakip adımların tutarlılığı bakımından kolaylaştırıcı olacaktır. Aksine tutumlar, hem kente hem de kentte yaşayanlara karşı etik olmayan bir tavır anlamına gelmektedir. Üstelik kentsel çevre bu etik olmayan yaklaşımın kalıcı etkileri ile yüzyüzedir. 2 – 5 – Hizmet Politikaları ve Finansal Sorunlar 2 – 5 – 1 – Belediye Borçları Rakamların önemi bir başka açıdan da yerel yönetimlerin hizmet gereksinimlerinin milli gelir paylarının çok üzerine çıkması ve bu idarelerin kredi, borçlanma ve benzeri yöntemlerle büyük projeleri gündeme almalarında ortaya çıkmaktadır. Buna bir örnek olması için Ankara uygulamalarına bakmak yeterli olabilir. Ankara Büyükşehir Belediyesi 1990’lı yılları “altyapı on yılı” ilan ederek sergilediği Dönüşüm ve Gelişim Projelerinin bir kısmının toplam maliyetine ilişkin şu rakamları vermiştir: “Ankara Metrosu: 660 milyon dolar, Ankara Hızlı Tramvay (Ankaray):518 milyon alman markı (yaklaşık 311milyon dolar), Büyük Ankara Kanalizasyon Projesi (Bakay):410 milyon dolar, Ankara Merkezi Atıksu Tesisi:200 milyon dolar, Ankara İçmesuyu Dağıtım Projesi:5.5 trilyon TL, Doğalgaz Projesi:280 milyon dolar v.b.” (Ankara Dönüşüm…, 1994: 7-33) Rakamlardaki bu büyük boyutlu artış, borçlanmanın nicel boyutunu çarpıcı bir düzeye çıkarmakla kalmamakta, kamu yatırımlarını özel sektöre bağımlı kılma ile sonuçlanmaktadır. “Türkiye’de belediyeler, 1986 yılından bu yana özel bankaların önemli müşterileri haline gelmişlerdir. Bu tarihte kamu kaynaklı krediler kısılmış, bütün diğer kamu kuruluşları gibi belediyeler de yatırımları için gerekli krediyi özel bankalardan kısa vadeli ticari faizli krediler ile karşılamak zorunda bırakılmışlardır.” (GÜLER, 1996: 150) Bu niteliksel dönüşümün bir önemli yönü de yerel yönetimlerin geleceğin en önemli harcama kalemi olan altyapı, su ve kanalizasyon hizmetlerinin bu ticari krediler için adeta “tükenmez kaynak” konumuna ulaşmasıdır. Gerçekten de bir yandan çağdaş hizmet talebinin baskısı altındaki ileri teknoloji gerektiren yatırım gereksinimleri, öte yandan borçlanma aracının kolaycılığı ve sorumluluğu transfer etme kapasitesi, yerel yöneticileri rahatlıkla etkilemektedir. “1986-1995 yılları arasında belediyeler toplam 14.2 trilyon ticari kredi kullanmışlar, bunun karşılığında (1995 yılı devredeni dahil) 25 trilyon lira geri ödeme yapmışlardır. Bu kaynak belediyelere kabaca %80 faize mal olmuş görünmektedir. Paranın bir yıllık dolaşımı daha da çarpıcıdır. Örneğin 1994 yılında belediyeler 2.7 trilyon banka kredisi alırken, aynı yıl 7.6 trilyon geri ödeme yapmışlardır ve bir sonraki yıla 3.7 trilyon lira geri ödeme devredilmiş durumdadır.” (GÜLER, 1996: 151-152) Kredi ve yatırım arasındaki ters orantı da ilgi çekicidir. Çünkü bu ticari krediler kısa vadeli iken, yatırımlar ancak uzun vadede karlı olabilecek türden üretimlerdir. Süreç gözardı edilecek gibi değildir. Çünkü cumhuriyetin kuruluşundaki “borç mirası” tarihsel belleğimizin önemli bir unsurudur. Bu miras şimdi yerel ölçekte ama devasa boyutlarda yeniden toplum gündemine taşınmaktadır. Bu borçlar, genellikle Büyükşehir belediyeleri tarafından kullanılmaktadır. “31 Mart 2002 tarihi itibariyle , -İzmir Büyükşehir Belediyesi...........208.59 milyon dolar, -Adana Büyükşehir Belediyesi.........202.32 milyon dolar, -Ankara Büyükşehir Belediyesi........108.03 milyon dolar, -Bursa Büyükşehir Belediyesi............92.02 milyon dolar, -İzmit Büyükşehir Belediyesi.............78.54 milyon dolar, -İstanbul Büyükşehir Belediyesi.......65.82 milyon dolar tutarında olup, hazine garantili borç olduğu anlaşılmaktadır. Büyükşehir Belediyelerinin bu konudaki açıklamaları arasında, “devletin yapması gereken büyük projeleri üstlenmek zorunda kaldıkları için borç yükü altına girdikleri” şeklinde açıklamalar da var. “Büyükşehir belediyelerinin devlet garantili olarak aldıkları dış kredilerle metro, içme suyu, kanalizasyon, viyadükler, köprülü kavşaklar, tüneller ve arıtma tesisleri gibi hizmetleri vermeye çalışan belediyelere, görevleri ile ilgili gelirleri sağlama görevini, anayasanın 127.maddesinin devlete vermesine karşın devletin bu görevini yapmadığı gibi, belediyelerin ürettiği hizmetleri lüks sayıp yüzde 18 KDV alması” da eleştirilmektedir. Başkent’in 4 metropol ilçe belediyesi ekonomik krizden korunabilmek için gayri menkullerini satılığa çıkardılar. Belediyelerin borç sorunu, dış borçlarla da beslenerek, en kolay kesinti yapma kalemi olan personel giderlerine ekleniyor. Sürekli tartışma konusu haline gelen, kamuda memur-işçi gelir farklılığı, özelleştirme yoluyla hizmet maliyetlerinde yaratılan gerileme gibi söylemlerin de desteğiyle, “işçilerine borçlu belediyeler” gerçeği ortaya çıkıyor. 2 – 5 – 2 - Fiyatlama Politikaları Yine yönetim terminolojisinin yeni yaklaşımlarından olan, hizmetin maliyetinin tüketiciye ödetilmesi, hizmette verimlilik gibi kavramlar, temel belediye hizmetlerinde gerçekçi fiyat uygulanmasını gündeme taşımaktadır. Bu hizmetlerin karşılığında alınan ücretlerin yüksek tutulduğunda yeni fonların yaratılabileceği ve bu yöntemle hizmet alanlarının genişleyebileceği düşünülebilir. Ancak kentsel düzlemde ikili yapı varlığını korumakta iken bu araç etkin olamayacağı gibi sosyal açıdan da sakıncalı sonuçlar üretebilecektir. Bu nedenle fiyatlama politikaları, gerçekçi fiyat olarak da kaynak aktarımı aracı olarak da uygulanabilir: “Mesela toplu taşım araçlarında tek fiyat uygulaması, çoğu Türk şehrinde daha uzun mesafe seyahat etmek zorunda kalan imarsız kesim insanına dolaysız bir destek sağlar. Aynı şekilde su ve elektrik tüketim bedellerini belirli bir metreküp ve kilowatsaate kadar kısmen düşük tutup bir tavan noktadan sonra yükseltmek aynı sonucu verir.” (GÖYMEN, 1982: 85-86) ”Çapraz finansman” olarak tanımlanan bu uygulama, “tüm hizmetlerin piyasa mekanizmasına bırakılamayacağı” (Demokrasinin…, 1994: 71) itirazından doğmaktadır. Krizi aşmada yararlanılabilecek bir enstrüman olarak hizmet fiyatlandırmaları ise yeni bir sorun alanı yaratıyor. Bir yandan borçlanma politikaları hizmet maliyetlerini şişirerek, kamu hizmeti kavramını tartışmaya açıyor, öte yandan genel olarak gelir darlığına çözüm beklentisine dayandırılan, imtiyazlı hizmetlerden yüksek gelir sağlama eğilimi tepki topluyor. Belediyelerin verdiği doğalgazların fiyatları incelendiğinde, “BOTAŞ’ın yaptığı araştırmalar sonucunda, İstanbul ve Ankara belediyelerinin dağıtım şirketi olan İGDAŞ ve EGO’nun 21 milibar basınçla verilmesi gereken gazı, 16 milibar basınçla verdikleri saptanıyor. Yapılan hesaplamalara göre, 5 milibarlık basınç düşüşü, sayaçlarda 1 metreküp olarak gözüken doğalgazın gerçekte 0.7 ile 0.8 metreküp arasında bir miktara denk gelmesine neden oluyor. Buna göre, Ankara’da gazın metreküpüne 315 bin 151 TL ödenirken, gerçekte 220 bin 605 liralık gaz tüketilmiş oluyor. Yani %30’luk bir fazla ödeme sözkonusu.” Su fiyatları konusundaki gelişmeler de farklı değil. “Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyeleri şehir suyu fiyatları arasında uçurum oluştuğu ve Ankara Belediyesi konutlara 681 bin liradan su satarken İstanbul’da fiyatın 1 milyon 5 bin lirayı bulmasının nedeninin, sadece İstanbul’da Istranca derelerinin Terkos’a akıtılması ile açıklanamadığı; fiyat farkının su için yapılan yatırımların maliyetlerinin farklı olmasından kaynaklanabileceği” ifade edilirken; Ankara’nın suyunun da pahalı satıldığı iddiaları bulunmaktadır. Verilen rakamlara göre, “1 metreküp suyun 232 bin 584 liraya mal edilirken, konutlara 546 bin liradan, işyerlerine de 1 milyon 406 bin liradan verildiği; Bu konuda da “dış borç” sorunu ortaya çıktığı; ASKİ’nin belediyelerden tahsil etmesi gereken toplam miktarın 9 trilyon olduğu; Bu rakamın kurumun 2001 yılında ödemek zorunda olduğu dış kredinin yarısını oluşturduğu ve ASKİ’nin yıl içerisinde çeşitli dış borçlar için yaklaşık olarak 17 trilyon liranın üzerinde ödeme yapacağı saptanmaktadır. Borçlulardan biri de Büyükşehirdir. 2 – 5 – 3 – Özelleştirme Politikaları Özellikle devlet yapısında yaşanan dönüşüm ve ekonomik sıkıntılar, Belediyeleri yoğun olarak da özelleştirme alanına yöneltmiştir. Ankara örneğinde en temel uygulama, raylı taşıma sistemlerinin yapımı ve Büyükşehir Belediyesi adına toplutaşım hizmeti yapmakla görevli olan EGO Genel Müdürlüğünün, elindeki araçların yetersiz kalması ve artan toplutaşım ihtiyacında özel işleticilerden yararlanılması amacıyla 1997 yılı içerisinde açılan ihaleler ile 400 adet Solo tipi otobüs hattı ile 95 adet çift katlı otobüsün çalıştırılmasının özelleştirilmesidir. (FIRAT, 1998:78-90) Bu uygulamayı hızlıca kent içi temizlik, çöp toplama ve yok etme, vergi toplama, sayaç okuma, park bakımı gibi hizmetlerin özelleştirilmesi takip etmiştir. “Özelleştirmeyi tek geçerli yol olarak sunan yeni sağ ideolojinin, devlet-kamu yönetimi üzerindeki egemenliği, beş yıllık kalkınma planlarına, yıllık proğramlara, hükümet proğramlarına, çeşitli bakanlık genelgelerine ve yasalara da yansımış durumdadır. Böylece belediye hizmetlerinin yerine getirilmesinde kamu örgütlenmesinin terkedilerek, hizmetlerin özel firma ve taşeronlara yaptırılması resmi politika haline gelmiş olmaktadır.” (Belediye Hizmet…, 1996: 3) Tablo tek kelimeyle iç karartıcı. Borç baskısı altında geleceği ipotek edilen belediyelerin en önemli ödeme araçları, hızla yapılandırdıkları çevre olmaktadır. Bu araç ise o yerel yönetimin malı olmaktan çok uzaktır ve tüm insanlığa ait olduğu söylemi, hiç de edebi bir abartı değildir. Daha sorunlu olan konu ise bu borçlanma politikasının gerekliliği, sürdürülebilirliği, verimli kullanılıp kullanılamadığı, bilinçli bir bağımlılık yöntemi olup olmaması konusundaki siyasi irade gibi konularda var olan kuşkulardır. Bütün bu unsurların dikkate alınması yoluyla mevcut borçlanma politikalarının uzak görüşlülüğü ve amaçlılığı bakımından ÖZELLİKLE BÜYÜKŞEHİR BELEDİYELERİ olmak üzere TÜM BELEDİYELERİN konuya yaklaşımlarının yönetim ve çevre etiği perspektifinde sorgulanması gerekmektedir. Toplutaşım hizmetlerindeki özelleştirme konusuna gelince, sözkonusu hizmetlerde bugün ulaşılan sonuçların çevresel ve hizmet anlayışı açısından sergilediği sorunlar yanında, “hizmetin bedeli” konusunda piyasa sistemine terk edilen yapının kent yoksulları, yaşlılar vb kesimler için doğurduğu sonuçlar açıktır. Altyapısı hazır olan ve işleyen ulaşım alanlarının özelleştirilmesi gerçekleştirilirken, kuruluş maliyeti çok daha yüksek olan raylı taşıma hizmetlerinin yapım ve işletme yükünün kamunun elinde kalması ve belediyelerin yetersiz gelirlerine yüklenmesi önemlidir. Öte yandan maliyet konusu olarak da ne kadar yarar sağlandığı belli değildir. Kamu hizmetinin özelleştirme yoluyla özel alana devri “yönetim etiği” bakımından da oldukça karmaşık denge ve düzenekler gerektirmektedir. Amaçlanan yararın sağlanması bu düzeneklerin iyi işlerliğine ve denetiminin sağlıklı bir şekilde yapılmasına bağlıdır. SONUÇ Bu çalışma, amaçlandığı üzere, belediye hizmetlerinin yürütülmesinin “çevresel bir etik yaklaşım” ile sorgulanmasını kimi örnekler üzerinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu noktadan bakıldığında, çevresel boyutun çoğu zaman gözardı edildiği ve öncelikle yasal boşluklar, ardından uygulama niyetlilikleri ve sonra toplumsal duyarsızlık sonucu açıkça ihlaller yaşandığı gözlenmektedir. Kuşkusuz bütün bunlara ek olarak yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, vurgunculuk gibi doğrudan doğruya toplumsal ve hukuksal suç niteliği taşıyan uygulamalar ve bunlara dolaylı destek vermek ya da ilgisiz kalmak gibi eylemler de sözkonusudur ki bu alan çalışmanın dışında tutulmakla birlikte, özellikle belediyeler için çok yaygın bir iddia türünü oluşturmaktadır. Bu bağlamda tarafımızdan ele alınan etik bakış açısı çerçevesinde kurulması beklenen evrensel bir etik yaklaşımın güçlüğü ile birlikte düşünüldüğünde, sorunun gerçek boyutu daha açık olarak ortaya çıkar. Kent yönetimi sürecine hakim kılınacak çevresel etik bir bakış açısı kurulmasının temel güçlüğü, etik yaklaşımın kökeninde bulunan toplumsal, kültürel ve dini altyapıdan kaynaklanmaktadır. Buna ahlaki değerler ile hukuk ve adaletin çakışan değerleri de eklendiğinde, bu tür bir etik yapıyı simgeleyen değerler topluluğunu belirlemenin neredeyse olanaksız olduğu; ortaya çıkan sonuçların ise evrensel olmaktan öte, göreceli kültürel ögeler içermesinden kaçınılamadığı gösterilmeye çalışılmıştır. Kısaca ve genellemeler yoluyla incelenen çevresel hareketler ise içerdikleri düşünsel çeşitlilik bakımından bu yargıyı desteklemekte ve güçlendirmektedir. Öte yandan hukuk alanında yaşanan bütün olumlu gelişmelere, mevzuatın genişlemesi ve etkin yaptırım sistemlerine karşın; yalnızca adaletin yeterli olmadığı ve yeni denge unsurları gözeten etik bir yönetimsel sürece dair duyulan gereksinimin arttığı gözlenmektedir. Artık hak kavramının, çevrenin tüm unsurları bakımından da dikkate alınması ve dünyanın bir bütün olduğu gerçeğinin hem tüm insanlık için hem de insanlığın da içinde barındığı tüm doğa için bütünleşik bir bakış açısıyla algılanması gerekmektedir. Çevre alanında yaşanan olumsuz tabloların ise ortak bir etik yaklaşım gereksinimini azaltmayıp daha da belirgin kıldığı izlenmektedir. Kendisi en önemli çevresel tasarım olan kentin, kuruluşundan günümüze yönetimi sürecinde, çevresel açıdan ne tür bir gelişim gözlendiğini belirleyebilmek için yaptığımız bu çalışmada; Kuruluş ilkeleri açısından bir cumhuriyet projesi olan Ankara’nın, ülke için kendisine biçilen ilerlemeci rolü yeterince gerçekleştiremediği; ülke çapında aldığı büyük çaplı göçün ve günümüzde yönetimde bulunan muhafazakar yapının da etkisiyle hala kentin uzlaşılmış bir ambleminin bile bulunmadığı; Bu sorunun ise salt bir simge sorunu olmayıp bir kent kültürü yaratılamamasının göstergelerinden yalnızca biri olduğu görülmektedir. Ankara Büyükşehir Belediyesinde muhafazakar görüşün hakim duruma gelmesinin ardından başkentte 599 meydan, bulvar ve caddenin isminin değiştirilmiş; “Başkent’in, ‘Orta Asya’ gibi olduğu ” saptaması mizahi içeriğin ötesinde ironik bir durum kazanmıştır. Sağlık hizmetlerinin bir kamu hizmeti olduğu şeklindeki anlayışta yaşanan dönüşümü takiben, kamuoyunun pek de gündemine yansımayan bir sorun, özellikle konumu itibariyle Çankaya Belediyesi için ciddi bir sınav haline gelmiş; zaten yoğun yapılaşma, trafik ve park sorunları yaşayan merkezlerde, kimi zaman doğrudan hastahane sahiplerince, kimi zaman farklı işlevleri çerçevesinde ilçe belediyesi, Büyükşehir belediyesi ve hatta Bayındırlık Bakanlığı eliyle imar mevzuatı hiçe sayılmış, konunun yansıtıldığı her düzeyde yargı mercilerince ilginç kamu yararı anlayışları adli literatüre geçmiştir. İmar yasaları etkin yaptırımlar içermelerine karşın, arzu edilen düzeyde denetim gerçekleştirilememiş, alınan ceza kararları da yargısal boşluklar nedeniyle uygulanamamıştır. Merkezi ve ağırlıkla ticari bir bölge olan Çankaya bölgesinde, imara aykırılık yaratan uygulamalar, rant güdüsünün sürekli beslediği, en yaygın belediye suçu türü olmuştur. Nitekim imar kanununa aykırılıkların tesbitini içeren zabıtlara yönelik 1999-2003 yılları arasındaki dönem araştırıldığında ise, zabıt sayılarının 1999 yılında 278; 2000 yılında 468; 2001 yılında 517; 2002 yılında 1456 ve 2003 yılı itibariyle toplam zabıt sayısının 3200’e ulaştığı saptanmıştır. Rakamların artışı, birimlerin uzmanlaşmasına ve yasal sürecin özümsenmesine paralel olarak imar denetimlerinin artmasına bağlanabileceği gibi, yasaya aykırı işlemlere vatandaşlarca daha sık başvurulmasına da dayandırılabilir. Nitekim 1999-2003 yılları arasında yaklaşık 336 adet Encümen kararı ile verilen yaklaşık 670 milyar lira tutarındaki para cezasının idari yargıda çeşitli gerekçelerle iptal edildiği anlaşılmaktadır. Aynı mevzuat gereğince yıkımına hükmedilen imara aykırı durumlarda ise eleman ve teknik donanım eksikliği, hizmet kesim sorunları, güvenlik gerekçesiyle talep olunan polis desteğinin yeterince karşılanamaması gibi gerekçelerle Çankaya Bölgesinde 3500 yıkım kararının henüz uygulanmadığı ve sorunun kangrenleştiği saptanmaktadır. Kent planları, hem plan kararlarını zorlayan kesimlerin baskısı, hem de planın yaratacağı ekonomik/siyasi rantın sergilediği sonuçları bakımından tamamen etik bir alan olarak görülmelidir. Çünkü ülke düzeyinde gelir seviyesi gerilerken kentsel rantın hızlı yükselişi; plan kararlarının siyasetçi-plancı-rant sahibi arasında çözülmesi; toplumsal gerilimi artırmaktadır. Üstelik kuralları ve sınırları belirtilmemiş bir kent planlama sürecinin yarattığı büyük rant, esas itibariyle çevre aleyhine işleyen bir süreçtir. Çünkü çevre -genellikle- rant üretmez ve bu özelliği nedeniyle de plan sürecinde kolaylıkla gözardı edilir; kendisini savunmak için sisteme sürebileceği taraftarları da pek azdır. Sonuç itibariyle plan kararlarında çevre/rant ikileminin adil bir çerçevesinin kurulması, rant ayağının da toplumsal kesimlerin tümü gözetilerek gerçekleştirilmesi bütünsel bir etik yaklaşımı gerektirir. Büyüklüğü ve gelişmişliği bakımından pek çok il ile kıyaslanan Ankara’nın, en gelişkin ilçesi olan Çankaya’nın yaklaşık 26000 hektar büyüklüğündeki alanının 10000 hektar civarındaki kısmının halen imarsız olduğu gerçeği, sorunun en yalın göstergesi durumundadır. Planların yapılması sonrasında gerçekleştirilen itirazlar, iptal kararları, revizyon çalışmaları ile tüm bir süreç de dikkate alındığında; hala plansız olan alanların tümüyle planlanmış olacağı bir noktayı öngörmek kolay olmadığı gibi verilecek etik sınavın sonuçları da korkutucu görünmektedir. Bugün Ankara imarı, İncesu, Dikmen, İmrahor ve Portakal Çiçeği vadilerinde yaşanan, çevre koruma/yapılaşma ikilemine odaklı tartışmaların gölgesinde sürmektedir. Salt konut gereksinimine dayandırılamayan rant projeleri, çevrenin ikincil olarak dahi gözetilmediği tasarımlarla sürmekte ve sosyal donatı alanı gereksinimi, suni dev oyuncaklara ilişkin “projelerle” kapatılmaya çalışılmaktadır. Çevresel sağlık ilkelerinin gözetilmesi bakımından, çalışmanın gösterdiği sınırlı ama olumlu örnekler olmak üzere, 20. yy. kent sosyolojisi alanında, kenti bir organizma olarak ele alan yaklaşımı çağrıştırmak üzere, Ankara’da da set evler gibi doğa yönelimli yerleşim alanları kurulması ve son dönemlerde daha yeşil hale gelen kentte, ağaçlık alanların artışı da kaydedilmesi gereken hususlardandır. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü, Avrupa Bölge Bürosu tarafından 1986’da başlatılan, yerel düzeyde “Herkes İçin Sağlık” ilkesi ve halk sağlığı alanında başlatılan “Sağlıklı Kentler Projesi”nde, Sağlık Bakanlığı’nın Proje Ulusal Ağ Koordinatörlüğü’nü üstlendiği ve süreç içerisinde, Ankara Çankaya Belediyesi’nin de 9 Aralık 2002 yılında üyeliğe kabul edilmesiyle birlikte, Türkiye genelinde Sağlıklı Kentler Ağına üye olan kent/belediye sayısının beşe ulaşmış olması olumlu adımlardandır. Sağlıkta var olan eşitsizliklerin giderilmesi, sağlıklı yaşamın geliştirilmesi, toplumsal katılım, sektörler arası işbirliği gibi ilkelere dayanan yaklaşım, projenin temelini oluşturmaktadır. Dünyanın tüm Büyükşehirlerinde, trafik önemli sorunlardan birini oluşturmuştur. Kent yönetimleri, gittikçe artan trafik hacmini, mevcut yollara ve merkeze sığdırabilmek için park sayaçları, çokkatlı park yerleri, tekyönlü caddeler, altgeçitler ve tüneller gibi çeşitli yöntemler üretmişlerdir. Ancak zaman içinde gerçek çözümün ikili yaklaşımda tıkandığı anlaşılmıştır: ya “araç” öncelikli ya da “insan” öncelikli araç hareketliliğini kısıtlayıcı uygulamalar/ düzenlemeler yapılacaktır. Ankara son dönem itibariyle bu önlemlerden araç öncelikli önlemleri seçmiş görünmektedir. Kent ulaşım politikası son derece kısa vadeli ve öngörüsüz uygulamaların esiri olmakta ve sadece seçim malzemesi olarak kullanılabilmektedir. Yol yapım konusu da araç öncelikli kent ulaşım politikasının bir sonucu olarak çok sık tartışmalara yol açmakta; mevcut yollar kısa zamanda gereksinime yanıt veremez duruma gelmekte ve genişletme çalışmaları başlatmak gerekmektedir. Kavşak ve üst geçit yapım kararları, hızlı bir şekilde ve planların ilerisinde alınmakta, bu durum da bütüncül bakışı zorlaştırmakta; uygulamaların her aşaması, acil ve kısmi çözüm niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla değişim potansiyeli zaman zaman yap-boz tahtası olan bir Ankara görünümü yaratmaktadır. Ankara’da Büyükşehir ve İlçe belediyeleri (münhasıran Çankaya) uyuşmazlıkları arasında yaşanan en önemli örneklerden biri olarak basına yansıyan ve kamuoyunun gündemine oturan, kent merkezindeki üst geçitler konusu ise hem ulaşım politikası bakımından yukarıda değinilen bakış açısını içermekte, hem de kentsel çevrede önemli bir değişim yaratmaktadır. Taşıt öncelikli bir politika olmasının yanı sıra üstgeçitler konusu, halkla, uzmanlarla, sivil toplum kuruluşlarıyla ve yargı ile yapılabilecek inatlaşmanın da ender örneklerinden biri olarak kent tarihine geçmiştir. Üstelik bütün bu politikaların sonucu olarak, toplutaşım hizmetlerinde büyük zarar rakamları açıklanmaktadır. Öte yandan özellikle Büyükşehirlerde, yerel hizmetler için gereksinim duyulan kaynakların, o illerin milli gelir paylarının çok üzerine çıkması ve bu idarelerin kredi, borçlanma ve benzeri yöntemlerle büyük projeleri gündeme almaları, borç rakamlarını büyük boyutlara ulaştırmış; yanısıra kamu yatırımları özel sektöre ve kısa vadeli ticari faizli kredilere bağımlı kılınmıştır. Bu niteliksel dönüşümün bir önemli yönü de yerel yönetimlerin geleceğin en önemli harcama kalemi olan altyapı, su ve kanalizasyon hizmetlerinin bu ticari krediler için adeta tükenmez kaynak konumuna ulaşmasıdır. Gerçekten de bir yandan çağdaş hizmet talebinin baskısı altındaki ileri teknoloji gerektiren yatırım gereksinimleri, öte yandan borçlanma aracının kolaycılığı ve sorumluluğu transfer etme kapasitesi, yerel yöneticileri rahatlıkla etkilemektedir. Kredi ve yatırım arasındaki ters orantı da ilgi çekicidir. Çünkü bu ticari krediler kısa vadeli iken, yatırımlar ancak uzun vadede karlı olabilecek türden üretimlerdir. Krizi aşmada yararlanılabilecek bir enstrüman olarak hizmet fiyatlandırmaları ise yeni bir sorun alanı yaratmaktadır. Bir yandan borçlanma politikaları hizmet maliyetlerini şişirerek, kamu hizmeti kavramını tartışmaya açmakta, öte yandan genel olarak gelir darlığına çözüm beklentisine dayandırılan, imtiyazlı hizmetlerden yüksek gelir sağlama eğilimi tepki toplamaktadır. Ankara’daki doğalgazların fiyatlarının incelemesinde, EGO’nun gazın basıncında yaptığı oynamalarla vatandaşın daha fazla ödemesine yol açan bir oyunun içinde olduğu; Su fiyatları konusunda ise Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyeleri şehir suyu fiyatları arasında uçurum oluştuğu, fiyat farkının su için yapılan yatırımların maliyetlerinin farklı olmasından kaynaklanabileceği iddiaları, bu sürecin basit bir parçası durumundadır. Borç baskısı altında geleceği ipotek edilen belediyelerin en önemli ödeme araçları, hızla yapılandırdıkları çevre olmaktadır. Bu araç ise o yerel yönetimin malı olmaktan çok uzaktır ve tüm insanlığa ait olduğu söylemi, hiç de edebi bir abartı değildir. Daha sorunlu olan konu ise bu borçlanma politikasının gerekliliği, sürdürülebilirliği, verimli kullanılıp kullanılamadığı, bilinçli bir bağımlılık yöntemi olup olmaması konusundaki siyasi irade gibi konularda var olan kuşkulardır. Sorunların kamu bürokrasisinin çarkları arasında çözülmeye çalışılırken büyümesi karşısında, yerel halkın destek ve yardımlarından yararlanılması gerekliliğinin farkına varılmıştır. Özellikle 1980’ler sonrasında refah devleti anlayışının toplumların taleplerinin gerisinde kaldığı ve siyasal olarak kendini ifade etmek isteyen gruplar karşısında merkezden yönetim anlayışının sorunlu bir noktaya geldiği vurgulanmaktadır. Bu yeni dönemde, yerel yönetimlerin ve yerel demokrasinin güçlendiği bir ortamın doğması, yönetime katılım yöntemlerini de kullanılabilir bir enstrüman olarak önemli kılmıştır. Yerel kaynakların harekete geçirilmesi, hizmet önceliklerinin belirlenmesi ve hizmet maliyetinin düşürülmesi açılarından katılımın yerel yönetimlerde önem taşıdığı teslim edilmektedir. Ancak katılım yöntemlerinin bu beklentileri karşılayabilmesi için, sistematik bir yöntemler bütünlüğü içermesinin sağlanması gerekir. Aksi takdirde Ankara’da altgeçitler konusunda yaşanan, referandum söylemleriyle kurulan sandıklar ve bilahare bu adlandırma çerçevesinde kullanılacak yöntemin bilimsel altyapısının hazırlanmadığı anlaşılarak kamuoyu yoklaması, anket tartışmaları yaratan uygulamalar yaşanacaktır. Tüm bunlardan daha önemlisi ise katılım yöntemlerinin salt siyasal bir simge olmaktan çıkarılarak aktif katılım şekline dönüşmesidir. Çünkü gerçek destek, yalnızca bir oylamada verilen destekten ya da çeşitli seçim süreçlerinde verilen oydan daha önemli olmak üzere, faaliyete geçen uygulamaların gerçekten tüm kentliler tarafından kullanılmasında yatmaktadır. Yoksa kent halkının büyük çoğunluğu, altgeçitlere olumlu oy verdiği halde altgeçitleri değil de bariyerleri aşarak kaza bahasına yolları işgal ediyorlarsa; çeşitli yol çalışmalarıyla kent fizik mekanında yoğun çalışmalar olduğuna dair haklı gururu paylaşırken, aynı politikanın toplutaşımı ucuzlatmayan perspektifini dikkate almıyorlarsa, çözülmüş gibi görünen sorunların başka noktalarda patlamasını destekliyorlar demektir. Öte yandan neredeyse son 20 yıl boyunca değişmesi beklenen Belediye Kanunu’nun, 2005 yılında çıkarılması sağlanmış, ancak 5393 sayılı yasanın da getirdiği tüm katılım mekanizmalarının danışma ve görüş belirtme işlevi ile sınırlı kaldığı görülmüştür. Kent merkezlerinde yaşanan bir başka sorun ise seyyar satışlarla yürütülen mücadele olmaktadır. Son yıllarda, özellikle korsan kitap ve CD’ler konusunda yaygınlaşan, iç dayanışması ile giderek asayiş sorunu haline gelen ve bir sektör özelliği kazanan işportacılık, esasen yerel sorunların ötesinde, ülke çapında yaşanan ekonomik gerilemenin yerel göstergesi olarak büyük kent merkezlerinde su yüzüne çıkmaktadır. Belediye yasaklarına aykırılığın yanı sıra, şehrin estetik ve asayişini bozan, adil rekabet düzeninin kurulmasını ve tüketici haklarının korunmasını engelleyen işporta ile sürekli ve yoğun mücadelenin sürdürülmesine rağmen yasal düzenlemelerdeki yetersizlikler nedeniyle caydırıcı ve sonuç alıcı olunamamaktadır. Çalışmanın pek çok örnek düzleminde sergilediği en önemli konu yerel yönetim sistemimizde radikal bir düzenleme olan ve iyi uygulanma koşullarında kent için çok yararlı sonuçlar üretebilecek olan kademeli yönetim anlayışının kısır kişisel ve siyasal çekişmelere konu edilmesinin kente ve kentliye zarar verdiğinin gösterilmesidir. Daha önceki bölümlerde muhtelif örneklerde değinildiği üzere, Büyükşehir olan illerde 3030 sayılı yasa ile getirilen yeni düzenlemenin, radikal bir yöntem olmakla, esas itibariyle “koordinasyon” kavramı üzerine oturtulmasına karşın; zamanla Türk yönetim yapısının bazı zaafları nedeniyle aksadığına tanık olunmuştur. Her şeyden önce yeni yapı, demokratik içeriği ile yerel yönetim alanının büyümesiyle ortaya çıkan merkezileşme eğiliminin sakıncalarını aşmayı amaçlıyordu. Ancak bir süre sonra demokrasi geleneğimizin, farklılıklara yeterince açık olmadığı açığa çıktı. Farklı siyasi parti kaynaklı yönetim birimleri arasındaki eşgüdüm, sadece siyasi fark nedeniyle bile aksayabiliyordu. Popülist eğilimler suni gündemler yaratabiliyor ve kavga önce rating, sonra kavganın sonucuna göre, başarı puanı yaratabiliyordu. Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Çankaya İlçe Belediyesi arasındaki çekişmeler, ülke basınını da uzun süre meşgul etmiş ve sistemin aksamalarına dair önemli bir örnek niteliği taşımıştır. Çekişmenin ilk ayaklarından birini hemen seçim sonrası kaleme alınan resmi yazılar oluşturmaktadır. Hizmet alanı çatışmaları 1996 yılının hemen başında gündeme girmiş ve bir daha da gündemden düşmemiş; 10 yıla yakın süredir her düzeyde yargı süreçleri devam etmiştir. Cadde ve bulvarlardaki büfe, karavan vb yerlerin işletilmesi, taksi duraklarının ruhsatlandırılması, ilan ve reklam vergilerinin uygulanması, imar yetkilerinin kullanılması gibi konulardaki yetki çatışmaları kamuoyunda bıkkınlık yaratmasının yanı sıra hizmet alımında güçlük yaşamalarına neden olmuştur. Yeni belediye yasalarından olan 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ise tartışma alanlarının tümünü Büyükşehir Belediyesi yetkisine vermekle, yeniden eski yönetim yapısına dönüldüğü, merkezi bir yönetimi benimsemiştir. Oysa demokrasi bilinç ve kültürünün yerleşikleşmesi için kararlı tutum alınması, daha zorlu ama güçlü bir yönetim altyapısını sunabilecekti. Bu tahammülsüzlük, yeni yasalarda var olduğu ileri sürülen katılımcı anlayışı da kuşkulu duruma getirmektedir. Sonuç olarak kent yönetimi hem teknik, hem siyasi, hem de hukuki bir süreçtir. Çalışmanın belki de en önemli açmazlarından birini bu kompleks yapı oluşturmaktadır. Çünkü bir sorun alanının ele alınmasında kimi zaman “yönetim etiği”nden hareket edilmektedir, kimi zaman “meslek etiği” ilişkileri sözkonusudur, kimi zaman ise hizmetin doğrudan ya da dolaylı sonucu olarak “çevre etiği” ihlal edilmektedir. Bu sarmal birbirine eşit unsurlardan ziyade, hiyerarşik yapı olarak tasavvur edilecek olursa, nihai sonuç “çevre etiği” noktası olabilir. Bu da belki günümüz yerel yönetim sisteminde kaydedilecek iyileşmenin en üst aşamasının çevre etiği olacağı öngörüsü ile süreç gerektiren yönüyle bir başka olumsuz noktayı sergiler. Esasında burada günümüz terminolojisinde yer alan kalite kavramını kullanmak ve böylece, temel endişe alanlarımızdan biri olan günümüz toplumunda güncelliği ve önceliği bulunmuyor gibi görünen etik yaklaşımı güncellemek de mümkündür. Çünkü gerçekten de bir “evrensel etik” endişesi, “insan kalitesi”, “yönetim kalitesi” ve “sistem kalitesi” temini ile ilişkilidir. Bu kalitenin “toplam” sonucu ise “çevre kalitesi” olarak bizlere yansır. Çevre ise özel bir vurgu gerektirmeyecek kadar güncel, acil ve ciddi bir sorundur. Çalışmanın temel ilgi alanı belediye hizmetlerinin çevresel sonuçlarına yöneldiğinden, bu konuda etik sorgu altında olan ve etik kararlar alması beklenen kişilerin ağırlıklı olarak hizmet politikaları üreten belediye yönetim kademesini oluşturdukları göz önüne alındığında eğitimin önemi de artmaktadır. Eğitim ve bilinç konusu etik tavır için yeterli olmayan ama gerekli olan altyapının temel unsurudur. Dolayısıyla çalışmanın bir önemli sonuç önermesi, personel eğitimi içerisinde çevre ögesinin yoğun olarak yer almasına gereksinim bulunduğudur. İmar planından, yapılaşma koşullarına, kentiçi trafikten hava kirliliğine, kentsel kültürün ve kentdaşlık ruhunun benimsenmesinden kente ve çevreye karşı suç bilincine kadar pek çok konu kentlerin sorun yumağını oluşturmaktadır. Bir yandan bu sorunların üstesinden gelmek bir yandan çağdaş çevre yönetimini gerçekleştirmek belediyeler için ağır bir yük gibi görünebilir ama sorun çözme yetenek ve pratikleri ile bilimsel gelişmeler bu yolda güçlü mekanizmalar sunmaktadır. Bütün bu süreçlerin dikkate alındığı bir yönetim politikası geleceğe bırakacağımız en önemli mirasımız olan kentlerimizde özenle yaşam bulmalıdır. Özellikle tüm çelişkileri ve sorunlarına karşın küreselleşme olgusu karşısında takınılabilecek tutarlı bir yaklaşımın yerel yönetimlere yüklediği rolleri doğru algılamak çok önemlidir. Kentsel mekanizmalar da bu kararlılığın uygulamaya konulmasında aktif roller sunabilir. Yeni bir yurttaşlık formülasyonu olarak kentsel hareketler, bu yönüyle kamu yararı unsurunu “kentsel”, “çevresel” ve “etik” bir bütünsellikte tanımlayarak dayanak noktası yapabilirler. Sonuç olarak kent yönetiminde etkin bir sistematik kurabilmek ve içeriği boşaltılmış bir etik yaklaşımın tuzağına düşmemek için mevcut açık kanalların tümü zorlanmalıdır. “Etik yaklaşım”, “insani” duyarlılığın hissedilmesi kadar “sorumluluk” duygularımıza da vurgu yapan ve varoluş bilincini güçlendiren bir duyusal ve düşünsel süreç olarak, hem çok somut fiziksel ortamı hazırlar hem de günümüzde giderek önemli duruma gelen psikolojik doyum sağlar. Dolayısıyla “insanmerkezli” bir etik duruşun daha ötesini, “çevremerkeci” bir etik sunabilir. Bu yaklaşım “kalkınma”, “yoksulluk” “azgelişmişlik” “sürdürülebilirlik” gibi süreçlerin hiçbirini dışlamak durumunda değildir. Çünkü zaten bu alanlar bir bütün olarak etik yaklaşımın kapsamındadır. KAYNAKÇA Abacıoğlu, Muhittin (1995), Çevre Kanunu ve Çevre Sağlığı Mevzuatı, Seçkin Yay., Ankara Açıkalın, Ayhan (1977), “Büyükkent Belediye Başkanı Sorunu”, Büyükkent Belediyeleri ve Sorunları Sempozyumu, Mülkiyeliler Birliği Yayını, Ankara Ağaoğulları, M.Ali, (1994), Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Kitabevi, Ankara Ağaoğulları, M.Ali, ve Levent Köker, (1991), Tanrı Devletinden Kral Devlete, İmge Kitabevi Yay.45, Kasım Ankara Ak, İnci (1981), Metropolleşme Sürecinde Türkiye ve İzmir Ölçeğinde Çözüm Araştırması, DPT Yayını, Ankara Akçam, Taner (1995), Türkiye’yi Yeniden Düşünmek, Birikim Yayınları, İst. Akurgal, Ekrem, (1990), “Augustus Tapınağı ve Yazıtlar Kraliçesi”, Ankara Dergisi, C:1, S:1, Ekim, Ankara Alatlı, Alev, (1998), “Doğu-Batı” İçi Boş Bir Tasnif”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ankara Algan, Nesrin, (1995), “Çevre Gerçeğinin Küresel Düzeyde Ele Alınışı”, Yeni Türkiye 5, Çevre Özel Sayısı, 1995/5 Almond, Brenda, (1998), Exploring Ethics (ATraveller’s Tale), Blackwell Publishers, USA Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı Faaliyet Raporu, (1999), SFN Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar Yönetmeliği, (1999), TMMOB Mimarlar Odası Yay., Ank. Ankara Dönüşüm ve Gelişim Projeleri, (1994), Bil Ofset, Ankara Ankara’nın Taştır Yolu, (2001), Hz.A.Esat Bozkurt, Kültür Bak. Yay., Ank. Antes, Peter, (1999), “İnsanlığın Bir Ortak Mirası Var Mı?”, Ed.Y.Sezai Tezel, Wulf Schönbohm, Dünya, İslamiyet ve Demokrasi, Konrad Adenaur Vak. Yay., Ank. Amin, Samir (1993), Avrupamerkezcilik, Çev.Mehmet Sert, Ayrıntı Yay., İstanbul Arat, Necla, (1987), Etik ve Estetik Değerler, Say Yay., 2.Bas. Armağan, Mustafa, (1998), “Hayali Doğu’dan Hayali Batı’ya”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ankara Atabay, Semra, Yaren, Fatih Bülent, (1995), “Küreselleşme-Yerelleşme Sürecine Uyum ve Ekolojik Bölge Planlama Kavramı”, Yeni Türkiye Çevre Özel Sayısı, Y:1, S:5 Atatürk ve Ankara, (1988), ATO Yay. Atıcı, Medar, (1997), “Çağlar Boyunca Önemini Yitirmemiş Bir Çağrı: Kendini Bil!”, Cogito 10, Öyleyse Descartes, İstanbul Bademli, Raci, (1990), “1990’dan 2000’li yılların Ankarası’na Bir Bakış”, Ankara Dergisi, C:1, S:1, Ekim, Ankara Baechler, Jean, (1986), Kapitalizmin Kökenleri, Çev. M.Ali Kılıçbay, Savaş Yayınları, Ankara Bahro, Rudolf, (1989), Nasıl Sosyalizm, Hangi Yeşil, Ne İçin Sanayi?, Der.Tanıl Bora, Ayrıntı Yay., İst. (1990), Kızıldan Yeşile, Çev. Ali Tükel, Metis Yay., İst. (1996), Nasıl Sosyalizm, Hangi Yeşil, Niçin Tinsellik?, Der.Tanıl Bora, Ayrıntı Yay., 2.Bas., İst. Baker, Ulus (1994), “Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme”, Toplum ve Bilim , S.63, Bahar 94, Ankara Bardakçı, Murat (1998), Şahbaba, Pan Yay., 3.Bas., Kasım, İst Barnet, Richard ve Cavanagh, John (1995), Küresel Düşler (Çev.Gülden Şen) Sabah Kitapları, İst. Baudrilliard, Jean (1998), Kusursuz Cinayet, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, Çev. Necmeddin Sevil Bauman, Zygmund, (1998), Postmodern Etik, Çev.Alev Türker, Ayrıntı Yay., İst. Belediye Hizmetlerinin Özelleştirilmesinde Adana Örneği, (1996), DİSK-GENEL İŞ, Araştırma Dizisi 3, Ankara Belediyeler İçin Çevre El Kitabı, (1998), Çevre Bak., Ankara Belediyeler ve Tüketicinin Korunması, (1994), TBD, KAV, Mahalli İdareler Eğitim Araştırma Geliştirme Merkezi, Ankara (İsmail Ünlü) Ben-Amittay, Jacob, (1983), Siyasal Düşünceler Tarihi (Çağlar Boyunca Siyasal Düşüncenin Değişimi), Savaş Yay.7, Mayıs, Ankara Benton, Sarah, , (1995), “Partinin Çöküşü”, Yeni Zamanlar, Der.Hall, Stuart ve Jacques, Martin, Çev.Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İst. Berkes, Niyazi, (1997), Unutulan Yıllar, Yay.Haz.R. Sezer, İletişim Yay.,İst. Bianchi, Eugene C., “The Ten Commandments of Ecological Spirituality”, (Unpublished article), http://www.religion.emory.edu/faculty/bianchi/kohntalk.htm Billington, Ray, (1997), Felsefeyi Yaşamak (Ahlak Düşüncesine Giriş), Çev.Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İst. Bookchin, Murray, (1994), Özgürlüğün Ekolojisi –Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü-, Çev.Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul (1996), Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yay., Çev.Abdullah Yılmaz, İst. (1999a) Toplumu Yeniden Kurmak, Metis Yay., Çev.Kaya Şahin, İst. (1999b) Kentsiz Kentleşme, Ayrıntı Yay., Çev.Burak Özyalçın, İst. Boysan, Burak, “Global Köyün Şehir Kültürü”,Görüş 28, Kasım-Aralık, İstanbul.51 Brzezinski, Zbigniev, (1994), Kontroldan Çıkmış Dünya (Yirmibirinci Yüzyılın Arifesinde Dünya Çapında Karmaşa), Çev:Haluk Menemencioğlu, Doğuş Matbaacılık, T.İş Bankası Kültür Yayınları Genel Yayın:337, Sosyal Felsefi Dizi:41. Budak, Selçuk, (2000), Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara Buluç, Sevim, (1996), “İlkçağda Ankara”, Ankara Dergisi, C:1, S:2, Mayıs, Ankara Bumin, Kürşat, (1990), Demokrasi Arayışında Kent, Ayrıntı Yayınları 20, İnceleme Dizisi.10, İstanbul Canettı, Elias (1998), Kitle ve İktidar, Çev.Gülşat Aygen, Ayrıntı Yay., İstanbul Cangızbay, Kadir (1997), “Sosyalizm Ölebilir Mi?”, Doğu Batı, Yıl:1, Sayı:1, Kasım Cansever, Turgut (1997), “Şehir”, Cogıto Kent ve Kültürü, (Üçüncü Basım) S.8, (Yaz 1996), İstanbul Castorıadıs, Cornelius (1993), Dünyaya İnsana ve Tabiata Dair, Çev.Hülya Tufan, İletişim Yay., İst. Cengiz, Erdal, (1998), “Törebilimde Değer ve Ölçüt Sorunu”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:4, Ankara Ceylan, Yasin, (1998), “Din ve Ahlak”, Doğu-Batı, Yıl:1, S:4, Ank. Chomsky, Noam, (1995), Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi, Metis Yaşadığımız Dünya, Çev.Ali Çakıroğlu, Tuncay Birkan, İst. Chossudowsky, Michel (1999), Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çev.Neşenur Domaniç, Çivi Yazıları, İst. Çankaya, (1991), KHM Yay., İst. Çankaya Kent Sağlık Profili ve Sağlıklı Kent Göstergeleri, (2003), Çankaya Bel. Yay., Ankara Çelebi, Hürkan, (1997), “Çevrebilimlerinde Paleoekolojinin Yeri”, Araştırma Dergisi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enst., Y:2, S:2, Aralık, Ankara Çevre, (1994), Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ank. Çevre Notları, (1998), Çevre Bakanlığı. Çevre Terimleri Sözlüğü, (1995), Kent Basımevi, 2.Bas., İst. Çizgen, Nevval, (1994), Kent ve Kültür, Say Yay., İst., Kasım Davran, Zeynep, (1999), İnsan Haklarının Gelişimi, “İnsan Haklarının Düşünsel Temelleri”, TÜBA Bilimsel Toplantılar Serisi:9, Ank. Demirer, Mehmet Arif, (1992), Ekopolitika, İstanbul, Anahtar Kitaplar. Demirer, Göksel ve ark., (2000), “Marksist Ekoloji Anlayışı Üzerine”, Marksizm ve Ekoloji, Der.G.N.Demirer ve ark., Öteki Yay., Ank. Demokrasi’nin Tabana Yayılmasında Yerel Yönetimlerin Önemi, (1994), Stratejik Araştırmalar Vakfı, Ankara, Şubat (Tekeli, İlhan) Devall, Bill ,(1994), “Ekolojik Benliğimiz”, Derin Ekoloji, (Der.Günseli Tamkoç), Ege Yay., İzmir Dinçer,Meral, (1996), Çevre Gönüllü kuruluşları, T.Ç.V.Yayını, Ankara Dubos, Rene Jules, (1998), So Human an Animal (How We are Shaped by Surraundings and Events), Jill Cooper&David Mechanic, Transaction publishers New Brunswick (USA) and London (UK) “The Genius of the Place”, http://nature.berkeley.edu/forestry/old_files/lectures/albright/1970dubos.html Duverger, Maurice, (1975), Siyaset Sosyolojisi (Siyasal Bilimin Ögeleri), Varlık Yayınları, İst. Eagleton, Terry, (1999), Postmodernizmin Yanılsamaları, Çev.Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., İst. Eco, Umberto (1992), Foucault Sarkacı, Çev.Şadan Karadeniz, Can Yay., İst. Eder, Klaus, (1996), The Social Construction of Nature, Sage Publicition, London EGO (1994’den 1997’ye), Ankara Büyükşehir Belediyesi EGO Genel Müdürlüğü Yayını Eke, Ali Erkan (1982), Anakent Yönetimi ve Yönetimlerarası İlişkiler, AÜ SBF Yayınları:505, Ankara Ekinci, Oktay (1992), İnsan Hakları ve Çevre, Anahtar Kitaplar, İstanbul. ……………..(1994), Çevreciliğin ABC’si, Simavi Yayınları, ABC Dizisi:10, İstanbul. ……………...(1998), “Kente İhanet Ediliyor”, İstanbul Life, S.20, Ocak,İstanbul Elgin, Duane, 1994, Derin Ekoloji, (Der.Günseli Tamkoç), Ege Yay., İzmir Erder, Sema, (1996), “Hukukdışı Mekandaki Yurttaşlar, Öteki İstanbullular”, Görüş 28, Kasım-Aralık İst. Erdoğdu, Ş., (1999), Ankara’nın Tarihi Semt İsimleri ve Öyküleri, Kültür Bak. Yay.: 2292, Ankara Erdumlu, Güngör, (1993), Büyükşehir Belediyeleri Araştırması, DPT Sosyal Planlama Genel Müdürlüğü, Araştırma Dairesi Başkanlığı, Haziran, Ank. Ersoy, İlhan, (1997), “Büyükkentlerde Konut Sorunu”, Büyükkent Belediyeleri ve Sorunları Sempozyumu, Mülkiyeliler Birliği Yayını, Ankara Ersoy, Melih, Şengül, H.Tarık, (1997), “Kalkınma Kuramlarında Kentler”, Bilim ve Ütopya, S:41, Kasım Felsefe Sözlüğü, (1991), (Çev.Aziz Çalışlar), Cem Yayınevi, İstanbul Ferry, Luc, (2000), Ekolojik Yeni Düzen, YKY, Çev.Turhan Ilgaz, İst. Feyerabend, Paul, (1995), Akla Veda, Çev.Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yay., İst. Fırat, A.Serap, (1998), “Belediyelerde Özelleştirme Uygulamaları”, Çağdaş Yerel Yönetimler, C:7, S:1, Ankara, Ocak 1998 (2002), “Büyükşehirlerde Cadde ve Bulvarlardaki İşyerlerinin Ruhsatlarını Vermede Yetkili Merciin Belirlenmesi Sorunu”, Belediye Dünyası, C:3, S:11-12, Ank. (2003), “Çevre Etiği Kavramı Üzerine Yeniden Düşünmek”, SBF Dergisi, C.58, No.3, Ankara Fromm, Erich, (1967), Man for Himself (An Enquiry into the Psychology of Ethics), Routledge&Kegan Paul Ltd., 5th impression, London (1991), Psikanaliz ve Din (İnsan Bir Tanrı Mı?), Arıtan Yay., 2.Bas., İst. (1997), Psikanaliz ve Zen Budizm, Çev.İlhan Güngören, Yol Yayınları, 5. Baskı, İstanbul Fukuyama, Francis, (1998), Güven (Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması), Çev.Ahmet Buğdaycı. T.İş Yay., Ank. Galbraıth, Kenneth, -Chomski, Noam, -A Münif, Fukuyama, Francis (1992), Yeni Dünya Düzeni, Alternatif Üniversite/13 Geray, Cevat, Hamamcı, Can, (1994), Belediyecilik Eğitimi, TBD, KAV, Mahalli İdareler Araştırma, Geliştirme Merkezi, Araştırma Dizisi:2, Ankara Geray, Cevat ve Ark. (1995), Büyükşehir ve İlçe Belediyeleri Araştırması, TBD, KAV, Mahalli İdareler Eğitim Araştırma Geliştirme Merkezi, Ankara Giddens, Anthony (1998), Modernliğin Sonuçları, Çev.Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yay., 2.Bas.İstanbul Gorowitz, Samuel, (1981), “John Rawls: Bir Adalet Kuramı”, Çağdaş Siyaset Felsefecileri, Anthony De Crespigny, Kenneth R.Minogue, Remzi Kitabevi, İst. Gottdiener, Mark, (2001), “Mekan Kuramı Üzerine Tartışma: Kentsel Praksise Doğru”, Praksis (Kent ve Kapitalizm), Ankara Göka, Erol, (1999), “Bugün: Dünün ve Yarının İlginç Bir Karışımı”, Türkiye Günlüğü, 52, Ank. Göka, Erol, Topçuoğlu, Abdullah, (1996), Önce Söz Vardı, Vadi Yayınları, Ankara Görmez, Kemal, (1993), “Türkiye’de Anakent Yönetiminin Sorunları”, Çağdaş Yerel Yönetimler, C:2, S:1, Ocak (1997), Çevre Sorunları ve Türkiye, Gazi Büro, Ank. Yerel Demokrasi ve Türk Belediyeciliği, Hizmet İş Sendikası Göymen, Korel, (1982), “Kentle Bütünleşme Sürecinin Yönetsel Boyutu”, Kentleşme Sürecinde Bütünleşme Sorunları ve Çözümler Semineri, Ankara Güler, Birgül Ayman, (1992), Yerel Yönetimler, (Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım), TODAİE Yayını 244, Ankara (1996), Yeni Sağ ve Devletin Değişimi (Yapısal Uyarlama Politikaları), TODAİE Yayını:266 Ankara, Nisan (1997), “Açılış Bildirisi”, 21.nci Yüzyılda Nasıl Bir Kamu Yönetimi Sempozyumu’na Sunulan Bildiri, 7-9 Mayıs, Ankara Güler, Çağatay ve Çobanoğlu, Zakir, (2000), Belediye Çevre Mevzuatı, Çevre Müh. Odası Yay., Ankara Günuğur, Haluk, (2000), “Helsinki Sonrası Türkiye’nin AB Mevzuatına Uyumu”, Perşembe Konferansları, Rekabet Kurumu, Ankara, Haziran Gürer,Yılmaz (1969), “Metropol Planlaması ve Türkiye’de Geliştirilen Metodlar”, Türkiye’de Metropolitan İdareler, TBD Yayınları 22, Ankara Habermas, Jurgen (1997), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (İstanbul: İletişim Yay.) (Çev.Tanıl Bora-Mithat Sancar) (1999), Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, YKY Cogito, Çev.İlknur Aka, İst. Hablemitoğlu, Necip, (2001), Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası, Otopsi Yay., İst. Hall, Stuart, (1998), “Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der. Anthony D.King, Çev.Gülcan Seçkin, Ümit Hüsrev Yolsal, Bilim ve Sanat Yay., Ank, Hamamcı, Can, (1991), “Valiler Seçimle Gelirse Kamu Yönetimi Zaafa Uğrayabilir”, Çankaya, Y:1, S:7, Kasım Ankara (1996), “Kent, Zengin Gettolar, Yerel Yönetimler”, Adakentliyim, Y:2, S:5, 96/1, Ankara Hançerlioğlu, Orhan (2000), Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12.Bas. İstanbul Hardt, Michael, Negri, Antonio, (2001), İmparatorluk, Çev.Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İst., Hassan, Ümit, (1977), İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, A.Ü.SBF No.405, Sevinç Matbaası, Ankara Hobsbawm, Eric, (1984), “Feodalizmden Kapitalizme Geçiş”, Rodney Hilton, Maurice Dobb, Paul Sweezy vd., Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, (Çev.Müge Gürer, Semih Sökmen), Metis Yayınları, İstanbul, Üçüncü Basım (2000), Kısa 20.Yüzyıl, Çev.Yavuz Alogan, Sarmal Yay., İstanbul Hocaoğlu, Durmuş, (1998), “Descartes Felsefesinde Bir Problem Alanı Olarak Ahlak”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:4, Ankara Holton, R.J., (1999), Kentler Kapitalizm ve Uygarlık, Çev. Ruşen Keleş, İmge Kitabevi, Ankara http://www.heureka.clara.net/gaia/deep-eco.htm http://people.uncw.edu/schmidt/Department/Regan/posterpage.htm Hugo, Victor (1997), “Kentin Felsefesi”, Cogıto Kent ve Kültürü, (Üçüncü Basım) S.8, (Yaz 1996), İst. Hume, David, (1979), Din Üstüne,Çev.Mete Tunçay, Kültür Bak. Yay:329, Ankara, Huot, Jean Louis ve ark., (2000), Kentlerin Doğuşu, Çev.Ali Bektaş Girgin, İmge Yay., Ank. Hüseyin, Kadriye, (1997), Mukaddes Ankara’dan Mektuplar, Çev.C.-N. Sılan, Kültür Bak. Yay.:745, Ank. Işıktaç, Yasemin (2000), “Hukukun Hukuka Aykırılığa Yol Açması Sorunu”, 2000 Hukuk Kurultayına Sunulan Tebliğler (Yayınlanmamış), Ank. İlin, M. E.Segal, (1998), İnsan Nasıl İnsan Oldu, Çev. A.Zekerya, Say Yay., 11.Bas. İllich, İvan (1999), "Geleceğe Yaptığımız Atışların Gölgesi", Ed. Nathan Gardels,Yüzyılın Sonu, İş Bankası Yay., 2.Bas., İst. İnalcık, Halil, (1998), “Türkiye ve Avrupa : Dün, Bugün”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ank. İnam, Ahmet, (1991), “Bir Kent Yaratmak”, Çankaya, Y:1, S:2, Ank İsbir, Eyüp(1982), Kentleşme ve Metropolitan Alan Yönetimi, Ankara: AİTİA Yayını:185. (1986), Şehirleşme ve Meseleleri (Çevre, Mesken, YönetimOcak Yay., ) Ank. Kahraman, Hasan Bülent, Keyman, E.Fuat, (1998), “Kemalizm, Oryantalizm ve Modernite”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ankara Kaplan, Ayşegül, (1997), Küresel Çevre Sorunları ve Politikalar, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yay., No:18, Ank., Kayra, Erol, (1997), “Voltaire’de Ahlak Anlayışı”, Cogıto Kent ve Kültürü, YKY, İst. Keleş, Ruşen, (1972), Şehirciliğin Kuramsal Temelleri, AÜ SBF Yayınları:332, Ankara (1985), “Türkiye’de Anakent Yönetimi” Amme İdaresi Dergisi,C:18,S:2, Ank. (1989), “Kentleşme ve Konut Politikaları”, “Konut Politikalarımız”, AÜ SBF Der., Ank. (1992), Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yayınevi, İstanbul (1993), “Belediyeciliğimizde Son Gelişmeler ve Yerel Özerklik”, Kent ve Siyaset Üzerine Yazılar (1975-1992), Kent Basımevi, IULA-EMME, İstanbul (1996), Kentleşme Sürecinde Türkiye, KOSİAD Yay.:1, İzmit Keleş, Ruşen,. Ünsal, Artun, (1982), Kent ve Siyasal Şiddet, A.Ü. SBF Yay.:507, Ankara Keleş, Ruşen, Yavuz, Fehmi (1983), Yerel Yönetimler, Turhan Kitapevi, Ankara Kılıçbay, Mehmet Ali, (1998a), “Fakir akrabanın Talihi”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ank. (1998b) “Economica’nın Dublörü Ethica”, Doğu-Batı, Y:1, S:4 Ank Kıray, Mübeccel, (1998), Kentleşme Yazıları, Bağlam Yay., İst. Kışlalıoğlu, Mine, Berkes, Fikret, (1990), Çevre ve Ekoloji, Remzi Kitabevi, 2.Bas., İst. Kongar, Emre, (1986), Kültür ve İletişim (Kültür Üzerine 3), Say Yay., İst. (1998), 2000li Yıllarda Türkiye, Remzi Kitabevi, 2.Bas., İstanbul Konut Sorunu, (1988), (Toplu Konut Uygulama Sonuçları ve Son Zamanlardaki Gelişmeler), Türkiye Tic., Sanayi, Deniz Tic. Odaları ve Tic. Borsaları Bir. Yay., Gen.:95, AR-GE: 36, Ank. Kuban, Doğan (1984), “Çağdaş Koruma, Tasarım ve Planlama İlişkilerine Kuramsal Bir Yaklaşım”, Mimarlık 84/3-4, Yıl 22, S.201 (1998), İstanbul Yazıları (Kent ve Mimarlık Üzerine), Yapı End. Mrk. Yay., İst. Kuçuradi, İonna (1999), İnsan Haklarının Gelişimi, “İnsan Hakları Düşüncesinin Işığında İnsan Hakları Belgeleri”, TÜBA Bilimsel Toplantılar Serisi:9, Ank. Küçük, Yalçın, (2001), Tekelistan, Yazı, Görüntü, Ses Yay., 2.Bas., İst. Lenssen, Nicholas, Roodman, David Malin, (1995), “Daha İyi Binalar Yapmak”, Dünyanın Durumu, Haz. Brown, Lester R., TEMA Yay., İst. Lipietz, Alain, “Uluslararası İşbölümünde Yeni Eğilimler: Birikim Rejimleri ve Düzenleme Tarzları”, Toplum ve Bilim, Lukacs, John (1994), Modern Çağın Sonu, Çev.Mehmet Harmancı, 2.Bas., İst. Lynch, Kevin (1997), “Metropol Modelleri”, Cogito Kent ve Kültürü, Çev.E.Azizlerli, YKY Yay., Yaz 96 S.8, 3.Bas., İst. Lyotard, Jean François, (1994), “Postmodern Nedir Sorusuna Cevap”, Postmodernizm (Jameson, Lyotard, Habermas), Haz. Necmi Zeka, Kıyı Yay., 2.Bas., Çev.Gülengül Naliş, Dumrul Sabuncuoğlu, Deniz Erksan, İst. Mahalli İdareleri İlgilendiren Anayasa Mahkemesi Kararları (1963-1997), (1997), İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü Yayın No.19, Ankara Mahalli İdarelerin İhale, İmar ve Kamulaştırma İşleriyle İlgili Danıştay Kararları, (1997), İçişleri Bak., Mah.İd.Gn.Md., Cilt:2, Ankara Marda, Ömer (2002), “Ayna Ayna Söyle Bana”, Cogito Entelektüeller Gerekli Mi, YKY, S:31, İstanbul Metzner, Ralph, (1994), “Ekoloji Çağı”, Derin Ekoloji, (Der.Günseli Tamkoç), Ege Yay., İzmir Mimarlar Odası 40. Yıl Panelleri, (1995), Ankara Minc, Alain, (2003), Yeni Ortaçağ, Çev. M.Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi, Ank. More, Thomas (1996), Utopıa, Çev.Gönül Derin, Düşünen Adam Yayınları, Felsefe Dizisi 2, İstanbul Nalçaoğlu, Halil, (1997), “Bir Eğretileme Olarak Ankara: Kent Yaşamı Dergileri Ne İşe Yarar?”, Adakentliyim, Y:3, S:10, 97/2, Ankara Okutan, Atakan (1995), Türkiye’de Kentleşme ve Siyasal Yapı, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara Ortak Geleceğimiz, (1989), TÇSV Yayınları, Ankara Örs, Yaman, (1997), “Etik Açısından Doğal Çevremiz”, İnsan Çevre Toplum, İmge Kitabevi, 2.Bas., Ank. Özer, M.Akif, “Ekolojik Harekette Yol Ayrımı: Yeşiller ve Derin Ekoloji”, Yerel Yönetim ve Denetim, C:6, S:9S Özdek, E.Yasemin, (1993), İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı, TODAİE Yayınları:249, Şubat Ankara Özdemir, İbrahim, (1997), Çevre ve Din, Çevre Bak. Yay., Ankara Özdeş, Gündüz, (1972), Şehirciliğe Giriş ve Toplum Ölçeği, İstanbul Özkök, Gülriz (2000), “İnsan Hakları Bakımından Adalet Teorisi”, 2000 Hukuk Kurultayına Sunulan Tebliğler (Yayınlanmamış), Ank. Ernest Partrige, “Topics in Environmental Ethics”, Section Introductions from Environmental Ethics: Approaches and Issues, (An Unpublished Textbook Anthology), http://gadfly.igc.org/e-ethics/ee-topic.htm Paz, Octavia (1990), Yalnızlık Dolambacı, Çev.Bozkurt Güvenç, Cem Yay., 3.Bas., İst. Peffer, R.G., (2001), Marxizm, Ahlak ve Adalet, Çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı yay., İst. Pirenne,Henri, (1982), Ortaçağ Kentleri (Kökenleri ve Ticaretin Canlanması), Dost Kitabevi Yay.8, Ekonomi/Tarih Araştırmaları Dizisi.2, Ankara Platon, (1992), Devlet, (Çev. Sabahattin Eyuboğlu-M.Ali Cimcoz), Remzi Kitabevi, 7. Bas., İst. Pointing, Clive, (2000), Dünyanın Yeşil Tarihi (Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü), Çev.Ayşe Başçı-Sander, Sabancı Üniv. Yay., İst. Politzer, Georges, (1979), Felsefenin Temel İlkeleri, Haz.Besse, Guy ve Caveing, Maurice, Sosyal Yayınlar, 5.Bas., İst. Popper, Karl, (1989), Açık Toplum ve Düşmanları (Cilt II) Hegel, Marx ve Sonrası, (Çev.Harun Rızatepe), Remzi Kitabevi, İkinci Basım İstanbul (2001), Daha İyi Bir Dünya Arayışı, Çev.İlknur Aka, YKY Cogito, İst. Robertson, Roland, (1998), “Toplum Kuramı, Kültürel Görecelik ve Küresellik Sorunu”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der. Anthony D.King, Çev.Gülcan Seçkin, Ümit Hüsrev Yolsal, Bilim ve Sanat Yay., Ank. Rozaliyev, Y.N. (1978), Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri (1923-1960), Çev.A. Yaran, Onur Yay. Russel, Bertrand, (1972), Din İle Bilim, Çev.Akşit Göktürk, Bilgi Yay., 2.Bas., Ank. (1976), Bilimin Toplum Üzerindeki Etkileri, Çev. Erol Esençay, Özgün Yay., İst. Sagan, Carl, (1999), Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Çev.Miyase Göktepeli, TUBİTAK, YKY. 2.Bas., İst. Saltık, Ahmet, (1995), “ÇağdaşToplumlarda Gönüllü Kuruluşların Sosyo-ekonomik Temelleri”, Türkiye Çevre Vakfı 28-29 Mart Gönüllü kuruluşlar konferansı, Ankara Sarıbay, Ali Yaşar, (1991), “Kişilik ve Demokrasi”, Bülten, TDV Yayinı, S:10, Aralık (1998) “Politik Teori, Modernite ve Etik”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:4, Ankara Sayın, Zeynep, (1997), “Sahicilik İlkesi ve Çokkültürcülük”, Cogıto Kent ve Kültürü, (Üçüncü Basım) S.8, (Yaz 1996), İstanbul Sheldon, S.Steinberg,David, T.Austern, (1995), Hükümet Ahlak ve Yöneticiler, Çev:Turgay Ergun, TODAİE Yayınları, No:264, Ankara Singer, Peter, 1990, Animal Liberation, 2nd edition, New York: Avon Books, pp. 10-12, 14-15, http://www.animal-rights-library.com/texts-m/singer03.htm Sivil Toplum Örgütleri (1997), TÜGİAD; 2000’li Yillara Doğru Türkiye’nin Önde Gelen Sorunlarına Yaklaşımlar:21, İstanbul Steward, Fred, (1995), “Yeşil Zamanlar”, Yeni Zamanlar, Der.Hall, Stuart ve Jacques, Martin, Çev.Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İst. Suher, Hande, “Kentleşme ve Kentlileşme Politikaları”, Türkiye’de Kentleşme, Yeni Yüzyıl Kitaplığı, Türkiye’nin Sorunları Dizisi:7 Sungurbey, İsmet (1999), Hayvan Hakları, Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İst. Şaylan, Gencay, (1998), Çağdaş Düşünce Akımları-Postmodernizm, KYUP Ders Notları, Şenel, Alaeddin, (1968), Eski Yunan’da Siyasal Düşünüş, Sevinç Matbaası, Ankara (1982), İlkel Topluluktan Uygar Topluma, AÜ SBF Yay.504, Ankara (1997), “İÖ 21.Yüzyıldan İS 21.Yüzyıla Sihir, Din, Bilim, Metabilim”, Bilim ve Ütopya, S:39, Eylül Şengül, H.Tarık, (2001), “Sınıf Mücadelesi ve Kent Mekanı”, Praksis (Kent ve Kapitalizm), Ankara Takeshi, Umehara, (1991), “Orman Uygarlığı: Eski Japonya Postmodernizme Yol Gösteriyor”, Ed. Nathan Gardels,Yüzyılın Sonu, İş Bankası Yay., 2.Bas., İst. Tanilli, Server, (2000), İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor, İst., Adam Yay. Tankut,Gönül, (1979), “Antalya Kaleiçi Sit Planlaması”, Mimarlık 79/1, Y.17, S.158 (1993), Bir Başkentin İmarı, Anahtar Kitaplar (1994), “Erken Cumhuriyet Döneminde Şehir Mimarisi: Ankara”, Bir Başkentin Oluşumu (Ankara 1923-1950), TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yay., Ankara Tekeli, İlhan, (1991), “Türkiye’de Temel Çözüm Kentleşmeyi Ucuzlatmaktır”, Çankaya, Y:1, S:2, Ank. (1995), “Populist Politikalar, Kentsel Rant Ekonomisi ve Vatandaş Oluşturmayan Kentleşme Deneyi”, Adakentliyim, Yıl:1, Sayı:1. (1997), Bağımlı Kentleşme (Kırda ve Kentte Dönüşüm Süreci), Mimarlar Odası Yay.:18, Ankara Tepe, Harun, (1998), “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:4, Ankara, Tez, Zeki, (1995), Doğa Karşısında Pratik ve Teknik Uğraşı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Bilim Dizisi, Ank. TMMOB, (1991), “Belediyeler ve Kentleşme”, Çankaya, Y:1, S:7, Kasım, Ank. (1997), “Kent-Çevre Haklarında Hukuk ve Yargı Süreci”, Birlik Haberleri, Y.24, Haz.-Tem. Toffler, Alvin (1981), Şok (Gelecek Korkusu), (Çev. Selami Sargut), Altın Kitaplar, İstanbul Tortop, Nuri (1984), Mahalli İdareler, Ankara:TODAİE Yayınları:21. Tolan, Barlas (1977), Büyük Kent Sorunlarına Toplu Bir Bakış, AİTİA Yay.: 99, Kalite Matbaası, Ank. Tont, Sargun A., (1996), “Çevre ve Etik”, Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı. 343, TUBİTAK Yay.,Haziran (1997), Sulak Bir Gezegenden Öyküler, TUBİTAK Yay., Ank. Touraıne, Alaın (2000), Birlikte Yaşayabilecek Miyiz, Çev.Olcay Kunal, YKY, İstanbul Toynbee, Arnold ve Daiseku İkeda, (1992), Yaşamı Seçin (Diyalog), Hz.Richard L.Gage, Çev.Umut Arık. A.Ü.Bas., Ank. Thurow, Lester, (1997), Kapitalizmin Geleceği (Bugünün Ekonomik Güçleri Yarının Dünyasını Nasıl Şekillendiriyor?), (Çev.Serpil Demirtaş, Nevin İlseven), Sabah Kitapları, Çağdaş Bakışlar Dizisi.14, İstanbul Turgut, Nükhet, (2001), Çevre Hukuku, Savaş yay., 2.Bas., Ankara Türkcan, Ergun (Ed.) (1978), Türkiye’de Belediyeciliğin Evrimi, Belediyecilik Araştırma Projesi Türk İdareciler Derneği Bilimsel Araştırma Dizisi:2, Birinci Kitap, Ankara: Ayyıldız Matbaası. içinde: İlber Ortaylı, İlhan Tekeli, Metin Kazancı vd (1978), Belediye İşlevlerine Nicel Bir Yaklaşım, Belediyecilik Araştırma Projesi Türk İdareciler Derneği Bilimsel Araştırma Dizisi:2, İkinci Kitap, Ankara: Ayyıldız Matbaası. (1982), Yeni Bir Belediyeciliğe Doğru, Belediyecilik Araştırma Projesi Türk İdareciler Derneği Bilimsel Araştırma Dizisi:2, Üçüncü Kitap, Ankara: Ayyıldız Matbaası. Türkçe Sözlük, (1998), (Ankara: TDK Yay.549) Türkiye Çevre Atlası, (1997), Çevre Bak., Ankara Türkiye Ulusal Rapor ve Eylem Planı, (1996), BM İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II, Haziran Türkiye’de Yerel Yönetim Sistemi’nin Geliştirilmesi, (1993), TC Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, IULA-EMME, Kent Basımevi, İstanbul Türkiye’nin Çevre Politikası Nedir, Ne Olmalıdır, (1987), Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, TÇSV Yayını, Ankara Türköne, Mümtaz’er, (1998), “Batılılaştıramadıklarımız”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ank. Umehara, Takeshi, (1991), “Orman Uygarlığı: Eski Japonya Postmodernizme Yol Gösteriyor”, Yüzyılın Sonu, Ed. Nathan Gardels, İş Bankası Yay., 2.Bas., İst. Urry, John, (1999), Mekanları Tüketmek, Çev.Rahmi G.Öndül, Ayrıntı Yay., İst. Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, (2000), DPT Ünal, Erol, (1997), İmar Kanunları-Yönetmelikleri-Genelgeleri, Mahalli İdareler Der. Yay., Ank Ünder, Hasan, (1996), Çevre Felsefesi, Doruk yay., Ank. (1997), “Çevre Ahlakı:İnsanmerkezcilik ve Çevremerkezcilik”, Adakentliyim 97/2, Yıl.3, S.10, Haziran-Ağustos, Ankara Ünlü, Cengiz, (1995), Belediye Mevzuatı, Seçkin Yay., 3.Bas., Ank. Ünlü, Halil (1993), Yerel Yönetimler Arası İşbirliği, Yerel Yönetimin Geliştirilmesi Programı El Kitapları Dizisi, Kent Basımevi, İstanbul Ünver, Yener ve Nuhoğlu, Ayşe, (1999), Çevre Ceza Hukuku, Beta Yay., İst. Wallerstein, Immanuel, (1998), “Ulusal ve Evrensel: Dünya Kültürü Diye Bir Şey Olabilir Mi?”, Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi, Der. Anthony D.King, Çev.Gülcan Seçkin, Ümit Hüsrev Yolsal,, Bilim ve Sanat Yay., Ank. West, Ross Evan, “Yeranamız Gaia-James Lovelock ve Gezegen Birliği Görüşü”, Derin Ekoloji, (Der.Günseli Tamkoç), Ege Yay., İzmir Yaren, Fatih Bülent, (1991), “Şehircilik Açısından Doğal Kaynak Kullanımı”, Doğal Kaynaklar ve Çevre, Hz.Türksen Başer Kafaoğlu, S.O.S. Yay., İst. Yavuz, Fehmi, Çevre Sorunları, AÜ SBF Yayınları: 385, Ankara Yavuz, Fehmi, Keleş, Ruşen, (1983), Çevre Sorunları, (Genişletilmiş Baskı), AÜ SBF Bas., Ank. Yavuz, Hilmi, (1998), “Batılılaşma Değil, Oryantalistleşme”, Doğu-Batı, Yıl:1, Sayı:2, Ankara Yerel Dergi, (2002), “Tarihi Kentler”, Haziran 2002, S:24, On Ajans Ank. (2002), “Avrupa Ödülü Kazanmış Kentler Birliği Asamblesi”, Ağustos 2002, S:26, On Ajans, Ank. Yerel Yönetimler (Sorunlar, Çözümler), (1995), TÜSİAD, T/95-9/184, İstanbul, Eylül Yerel Yönetimler Reform Tasarısı, (2000), TBD,KAV, Ankara içinde:Teoman Ünüsan Yerel Yönetimler ve İmar, (2001), TBD,KAV, Haziran Ankara. Yerel Yönetimlerde Yeniden Yapılanma, (1994), ( Uluslararası Yerel Yönetimler Semineri), Ankara, içinde:Halil Nadaroğlu Yerel Yönetimleri İlgilendiren Genelgeler, (2001), Haz.Hafize Zülüflü, Yerel Yön. Der. Yay.,No:1, Ank. Yeter, Enis, (1994), “Tüketicilerin Korunması ve Belediyeler”, Çağdaş Yerel Yönetimler, C:3, S:3, Mayıs Yücel, Atilla, (1996), “Cumhuriyet Dönemi İstanbul’unda İmar ve Modernleşme”, Görüş 28, Kasım-Aralık İstanbul Zedlin, Theodore, (2000), İnsanlığın Mahrem Tarihi, Çev.Elif Özsayar, Ayrıntı Yay., 2.Bas., İst. Zülüflü, Hafize, (2001), Yerel Yönetimleri İlgilendiren Genelgeler, Yerel Yönetimler Derneği Yay., Ank.